Şubat 23, 2025

Peygamberliğin Gerekliliği

* Doğan, Hacı İsmail Doğan. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’den Nûreddin es-Sâbûnî’ye Peygamberlik Anlayışı. Ankara: Oku Okut Yayınları, 2024. https://yayin.okuokut.org/catalog/book/62

İslam inanç sisteminde peygamberlere aralarında ayırım yapmaksızın iman edilmesi gerektiğini yukarıda ifade etmiştik. Allah, rahmetinin eseri olarak insanları fıtrat üzere yaratmıştır. İnsanların iyiye ve doğruya ulaşabilmesi için akıl, düşünme, irade, konuşma ve üretme gibi yeteneklerle donatmıştır. Ayrıca hakikati bulabilmeleri için insanın yaratılışında ve evrende ibret alınacak âyetler halk etmiştir. Hepsine ilaveten peygamberler ve kitaplar göndererek hakikati bir kez daha hatırlatmıştır. Dolayısıyla nübüvvet, Allah ile insan arasındaki iletişimi sağlayan İslam itikadının temel müesseselerinden biridir.[1]

Hz. Peygamber zamanında nübüvvet nurundan doğrudan doğruya istifade etme imkânı bulunuyordu. Ashâb karşılaştıkları problemleri Hz. Peygamber’e soruyor, aldıkları cevapları tartışmaksızın ve kalplerinde en ufak bir şüphe olmaksızın kabul ediyorlardı.[2] Dolayısıyla ashabın zamanında Müslümanlar içinde nübüvvet tartışmalarının varlığından söz etmek mümkün değildir. Ancak sahte peygamberlere karşı verdikleri mücadele onların hatm-i nübüvve konusunda kararlı duruşlarını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Peygamberlere iman konusunda kelâm ekolleri arasında bir farklılık yoktur. Ancak peygamber göndermenin hükmü konusunda mezhepler arasında farklı bakış açıları ve farklı kabuller söz konusudur. “Klasik metinlerdeki tartışma, tıpkı salah-aslah konusunda olduğu gibi cereyan etmektedir. İnsanların peygamberlere olan ihtiyacı noktasında kelâm bilginleri arasında esasen bir ihtilaf söz konusu değildir. Zira bütün mezhepler insanlığın dinî ve hatta bazı dünyevî meselelerde peygamberlerin rehberliğine muhtaç olduğu gerçeğini kabul etmektedir.”[3]

Kelâm ekollerinin nübüvvet ile ilgili delillendirme yaparken meseleyi iki açıdan ele aldıklarını görmekteyiz. Birincisi Allah’ın ulûhiyyeti ikincisi ise insan açısından nübüvvetin imkân ve gerekliliği hususudur. Kelâm âlimlerinin nübüvvet meselesine ilgisi daha çok iç ve dış amillerin tetiklemesiyle oluşan tartışmalar ve bu münakaşalara bağlı olarak ortaya çıkan yeni fikir ve düşüncelerin sonucu olduğu söylenebilir. Sözünü ettiğimiz bu âmillerin bir kısmı doğrudan doğruya nübüvvet müessesesi ile ilgilidir. Bir kısmı ise bilhassa Hz. Peygamber’in nübüvvetiyle alakalıdır. Kelâmcılar içeride İbnü’r-Râvendî ve Ebû Bekir er-Râzî (öl. 313/925) gibi kişilerin iddialarına karşı nübüvvetin gerekliliğini ve muhal olmadığını savunurken; dışarıda ise Sâbûnî’nin “Hint ülkesinin uzak bölgelerinde yer alan” şeklinde nitelendirdiği[4] Berâhime[5] ve Sümeniyye[6] gibi gruplar ile Yahudi ve Hıristiyanlara karşı Hz. Muhammed’in peygamberliğinin hak olduğunu ispata çalışmışlardır.

Ehl-i sünnet ve Mu’tezilî mütekellimlere göre peygamberlik gereklidir. Ancak bu gerekliliğin ifade ediliş biçimi daha doğru bir ifadeyle dozajı farklıdır. Her iki ekolün de meseleye yaklaşımı âyet ve hadislerin yorumlanması ve özellikle de Allah’ın sıfatları bağlamında tezahür etmektedir. Örneğin Nesefî’ye göre Allah, “Dilediğini yapan[7] ve yaptıklarında herhangi bir mecburiyet altında olmayandır. Dolayısıyla Allah’ın peygamber göndermesi vücûbiyyetin değil kullarına lütfunun bir tecellisidir ve peygamber göndermenin ilahî hikmetle açıklanması daha doğrudur. Şayet insan sorumlu tutulacaksa bu sorumluluklardan haberdar olabilmek için; neyi, nasıl ve ne zaman yapacağını bilebilmesi noktasında peygamberlere ihtiyaç vardır.[8]

Mu’tezilî Kâdî Abdulcebbâr ise peygamber gönderme ve peygamberlik müessesesine Allah’ın kullarına lütufkâr olması,[9] şefkat ve merhametle davranması ve rahmetiyle bütün varlıkları kuşatması[10] gibi sıfatlarının bir tecellisi olarak bakmaktadır. Dolayısıyla insanlara peygamber göndermek onlara göre ilahi lütfun bir gereği olarak vaciptir.[11] Eşyanın hakikatinde iyilik ve kötülük vardır ve akılla bilinebilir. Nübüvvet de özü itibarıyla iyidir ve insanların hayrına olması hasebiyle de vaciptir.[12] Bilindiği üzere Mu’tezile’nin temel tezlerinden birisi “Kul için aslah olanı yaratmak Allah için vaciptir.” görüşüdür. Bu meyanda nübüvvet kullar için aslah olandır ve yerine getirilmesi Allah’ın adaletinin gereği olarak vaciptir. Allah’ın peygamber göndermemesi O’nun adalet ilkesine tezat bir durum olur ve Allah’a zulüm isnat etmek olur.[13]

Mu’tezile, peygamber göndermeyi Allah için vacip görmekle birlikte akla verdiği geniş yetki alanını sem’iyyat konularında sınırlandırmaktadır. Kâdî Abdülcabbâr, aklın Allah’a ibadet etmenin gerekliliğini bileceğini ancak ibadetlerin vakti, saati, miktarı ve şeklini bilmesinin mümkün olmadığını söyler.[14] Mu’tezile’de aklın sınırı meselesi peygamber gönderme hususu ile birlikte değerlendirildiğinde Câhız’ın kanaatinin önemli bir yeri vardır. Câhız, nübüvvetin gerekliliği meselesini, insan ve Allah açısından ele almaktadır. Ona göre bilgiyi oluşturan aklın bizatihi kendisi sınırlı olduğu gibi akla bilgi sağlayan kaynaklar da sınırlıdır. Dolayısıyla akıl, her şeyi bilme imkânına sahip değildir. Akıl bazı şeyleri tümel olarak bilebilir ancak tafsilatını bildirmek peygamberlere aittir. Öte yandan akıl, birçok yanıltıcı etkiye açıktır. Câhız’a göre peygamber gönderilmesinin gerekçelerinden biri de ahirette insanların mazeret ileri sürmelerini engellemektir.[15]

Tasavvuf çevrelerinde de aynı şekilde nübüvvetin gerekli olduğu kanaati hâkimdir. İbnü’l-Arâbî (öl. 638/1240) nübüvvetin iki açıdan gerekli olduğunu ifade eder. Birincisi peygamberlerin örnekliğidir. İnsanlar nebî olan zâta tabi olarak dini yaşama konusunda somut bir örneğe sahip olurlar. İkincisi ise Allah’ın göndermiş olduğu vahyi insanlar için anlaşılır hâle getirmektir. Zira bütün insanların indirilen âyetleri tam ve doğru olarak anlamaları mümkün değildir.[16]

Ehl-i sünnet kelâmının iki ana fraksiyonu olan Mâtürîdîler ile Eş’arîler arasında nübüvvetin gerekliliği bağlamında söylem ve anlayış farklılığı söz konusudur. Aşağıda detaylandırılacağı üzere Allah’a zorunluluk atfedilmesi söz konusu olamayacağından peygamber göndermenin de bir zorunluluk olamayacağı görüşünü benimsemişlerdir. Mâtürîdîler nübüvvetin gerekliliğini, Allah’ın hikmet ve lütfu ile açıklarken Eş’arîler’e göre hikmet veya lütuf çerçevesinde dahi olsa Allah’a herhangi bir zorunluluk nispet edilemez.[17]

Eş’arî’ye göre Allah’ın insanlara peygamber göndermesi mümkündür. Nübüvvette tıpkı diğer fiilleri gibi Allah’ın fiillerinden biri olup herhangi bir zorunluluktan bahsedilemez. Dolayısıyla peygamber göndermek Allah için mümkündür; zorunlu değildir.[18] Eş’arîlere göre Allah’ın insanlığa birçok peygamber göndermesi de sadece tek bir peygamberle yetinmesi de caizdir. Bu durum tamamen Allah’ın takdirindedir.[19]

Mümkün-vacip meselesinde Eş’arî doktrinin temelinde fayda, hikmet ve menfaat gibi illet ve sebepler âmil olmadığından peygamber gönderme meselesinde de “Allah kendi iradesi ile peygamber göndermiştir.” kanaati hâkimdir. Bu kanaatin adeta mottosu şudur: “Allah’ın peygamber göndermesi ile göndermemesi eşit derecede mümkündür. Allah dilemiştir göndermiştir; dilemeseydi göndermezdi.”[20]

Nübüvvetin gerekliliği meselesinde hüsün-kubuh ve salah-aslah tartışmaları konunun “nasıl anlaşıldığı” hususunda belirleyici bir faktör olduğunu söylemek mümkündür. İyi ve kötünün akılla belirlenemeyeceğini söyleyen Eş’arîyye’ye göre peygamber göndermek gerekli midir, değil midir, sorusuna zorunluluk veçhesinden bakılamaz. Allah’ın peygamber göndermesi mümkündür; O’na vacip ve zorunlu değildir.[21]

Eş’arî kelâm doktrinin sistematik hâle gelmesinde en önemli katkıyı sağlayan Bâkıllâ­nî’nin (öl. 403/1012) nübüvvetin ispatı konusundaki temel hareket noktası, Allah’ın insanlara kendi içlerinden elçiler göndermesinin aklen mümkün olmasıdır. Allah’ın peygamber göndermesi imkânsız ve gerçek dışı olmadığına göre mümkün kabul edilmelidir.[22]

Mâtürîdî kelâm anlayışına göre eşyanın özünde olan iyilik ve kötülük bilinerek hüküm anlaşılabilir. Yani Allah’ın emrettiklerinde iyi, yasakladıklarında şer yönü bulunur. Allah fiillerini belli bir hikmete yönelik yarattığına göre nübüvvet hikmetin bir sonucudur, mümkündür; fakat Allah’a hiçbir şey zorunlu kılınamayacağı için vacip değildir.[23]

Nübüvvet hakkındaki görüşleri de mezhebinin genel çizgisi ile büyük oranda örtüşen Pezdevî’ye göre peygamber göndermek aklen caiz ve mümkindir. Peygambere tabi olmanın gerekli olduğu hususunda tevhid ehli arasında hiçbir ihtilaf söz konusu değildir.[24] Aynı ekolden Alâeddin el-Üsmendî de Ehl-i sünnet inancına uygun olarak insanlara doğruyu göstermek ve örneklik yapmak üzere peygamberlerin gönderilmesini aklen muhal değil mümkün olarak görür.[25] O, nübüvvetin gerekliliğine karşı çıkan ve aklen mümteni olduğunu iddia eden Berâhime’yi öne sürdükleri delilleri çürüterek reddeder. Ona göre aklen iyi ve kötünün tespiti mümkündür. Ancak akıl, ibadetlerin miktarı ve zamanı gibi hususları bilmede sınırlıdır. Dolayısıyla peygamberlere ihtiyaç yoktur diyen Berâhime ve taraftarları hatalıdır. Yine o, Berâhime’nin peygamberlerin gösterdiği mucizenin sihir gibi olaylardan ayırt etme imkânı olmamasından hareketle nübüvvete yaptığı itirazı da reddeder. Üsmendî’ye göre mucize, çürümüş kemiklerin diriltilmesi, tedavisi imkânsız hastalıkların iyileştirilmesi, küçük bir âsânın yılana dönüşmesi gibi insan kapasitesinin çok üstündeki olayların gerçekleşmesi demektir. Bunların insan eliyle gerçekleştirilen olaylarla karıştırılması mümkün değildir.[26]

Üsmendî’nin peygamber göndermenin gerekliliği noktasında Mu’tezile’ye benzer bir tezi savunduğunu da görmekteyiz. Ona göre peygamber göndermek hikmet gereği vaciptir. Ancak bu vücûbiyyet Allah için bir mecburiyetin tezahürü değil, hikmetinin sonucudur. Ehl-i hadis kelâmcıların[27] peygamber göndermek hikmetin gereği olarak vacip değil, caizdir şeklindeki kanaatleri doğru değildir. Mütekellimlerin çoğunluğuna göre[28] peygamber göndermek Allah’ın hikmeti gereği vaciptir. Allah bir şeye icabet edip etmeme de mecbur kılınamaz. Ancak hikmetinin bir gereği olarak vaciptir demek gerekir.[29]

Allah’ın peygamber göndermesi ile ilgili olarak Ehl-i sünnet kelâmcılarının çoğunluğu tarafından benimsenen temel yaklaşımlarını şu şekilde özetlemek mümkündür: “Peygamber göndermek vacip değil caizdir; muhal değildir ve mümkündür.”[30] Bu teorinin dönemin itikadi tehditleri olarak görülen akımlara karşı geliştirilmiş bir yaklaşım olduğu anlaşılmaktadır. Zira peygamber göndermek “muhal değildir.” denirken Berâhime’nin[31] ‘Peygamber göndermek gereksiz ve imkânsızdır.’ tezine karşı, ‘Peygamber göndermek vacip değildir.’ denilirken ise Mu’tezile’nin ‘Peygamber göndermek vaciptir.’ tezine reddiye oluşturulmuştur.

Peygamberliğin gerekliliği noktasında en fazla itirazı olan ve bu anlamda Mâtürîdî başta olmak üzere kelâmcılar tarafından eleştirilen genellikle zındıklık ile suçlanan dinî yapı Berâhime’dir. Kaynaklarda Hint kökenli bir din olarak geçen Berâhime’nin bugünkü Brahmanizm olduğunu ifade etmek hata olmaz. Berâhime; Berhemî, Berhâm, Berâhim, Berhamen, Brahma, Brahman veya Brehm adındaki bir filozof, hükümdar, rahip veya puta nispetle anılan bir inanç sistemi olduğunu ifade edenlerin yanında[32] Brahman’ın yaratıcı tanrı olduğunu ifade eden görüşler de mevcuttur.[33] Kaynaklarda Hint kökenli olduğu kabul edilen Berâhime’nin kimlerle temsil edildiği bilgisi bulunmamakla birlikte, ileri sürdükleri eleştirilere III. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hemen hemen her nübüvvet eserinde yer aldığı görülmektedir.[34]

Nübüvvetin gerekli olmadığı şeklindeki kanaatlerin Berâhime’ye aidiyeti tartışmalı olsa da onların nübüvvete ilişkin itirazları ana hatlarıyla şu şekildedir:

1. İnsanlığa ışık tutmak açısından akıl yeterlidir, peygamberliğin belgelenmesi için delil olarak kullanılan mucizelerin oluşumu ve fiilen gerçekleştiği sabit değildir.

2. Peygamberlerin getirdiği ibadetler manasız olup herhangi bir fayda sağlamaktan uzaktır.”[35]

3. Peygamberlerin, kendilerini gönderen zât ile aynı türden olmaları gerekir. Fakat kadim varlık, zâtı gereği, yaratılmışlara benzemeyeceğine göre peygamber göndermesi de muhaldir.

4. İnsanlardan birinin veya birilerinin peygamber seçilerek diğer insanlara üstün kılınması doğru değildir. Dolayısıyla peygamber gönderilmemiştir ve peygamberlere ihtiyaç da yoktur.[36]

Berâhime ve Sümeniyye başta olmak üzere peygamberliğe ihtiyaç olmadığını iddia edenlere karşı cevap mahiyetinde dile getirilen pek çok delil vardır. Bunlardan en önemlisi insanların vahye ve peygamberlere olan ihtiyacını ön plana çıkaran delillendirmedir. İnsanın entelektüel ve psiko-sosyal zaafları sebebiyle vahyin yol göstericiliğine yani peygamberlere ihtiyaç duyduğu konusunda İslam âlimleri arasında ittifak vardır.[37]

Nübüvvetin gereği ve ispat edilmesi noktasında dile getirilen hususlardan ikincisi insanın özellikleri ve insanlar açısından ortaya konan dünyevî ve uhrevî faydalarıdır. İnsanların dünyaya gönderiliş amacı imtihan olmak[38] ve nihai varış yeri olan ahiret yurdunda cenneti kazanmaktır.[39] Daha doğru bir ifadeyle dünya ve ahiret mutluluğu insanlar için asıl gayedir. Bunun için insanların akıl, tecrübe ve duyu organları vasıtasıyla elde ettikleri bilgilerin yanında peygamberlik vasıtasıyla elde edilebilen bilgilere de ihtiyaç vardır. İnsanoğlu aklı ve duyu organları ile dünya ve ahireti kuşatacak bilgilere erişmesi mümkün değildir. Ayrıca insanların duyguları, hırsları ve nefsani arzuları ile doğru bilgi üretme kabiliyetinden yoksun kalmaları da pekâlâ mümkündür. Öte yandan tarihî süreçler insanoğlunun temel konularda bile ortak bir kanaat oluşturamadığını, çok farklı değerlendirmeler ve çıkarımlar yaptığını ortaya koymaktadır. Saydığımız bu gerekçeler insanın, hataya düşmekten alıkoyacak, dünya ve ahiret saadetini sağlayacak mükemmel bir bilgi kaynağına ihtiyaç duyduğunu ispat etmektedir.[40]

Peygamberliğin gerekliliği hususunda dile getirilen hususlardan üçüncüsü insanlar arasındaki farklılıklardır. İnsanların yeme, içme, sevme, nefret etme, üzülme, sevinme gibi birtakım ortak özellikleri olmakla birlikte algılama, kavrama ve zekâ kabiliyetleri itibarıyla birbirinden farklıdır. Ortalama bir zekâ seviyesine sahip olanlar çoğunlukta olmakla beraber ileri düzeyde zekâ seviyesine sahip olanlar ve normalin altında zekâ düzeyine sahip olanlar da vardır. Yine üstün ahlaki niteliklere haiz insanların yanında ahlaki ve insani anlamda en aşağı seviyede olanlar da vardır. Dolayısıyla insanlar fiziki, ahlaki ve ruhi anlamda birbirinden farklıdır.[41] İnsanlar arasındaki bu farkların varlığı kabul ettikten sonra peygamberlerin bedenî ve ruhî kabiliyetleri yönünden üstün bir yaratılışa sahip olmalarını ve fizikötesi âlemle irtibata kurmalarını da kabul etmek durumundayız. Bu bağlamda nübüvvetin imkân dâhilinde olduğunu ve insanlar için hikmetler barındırdığını ifade etmek mümkündür.

Peygamberliğin gerekliliği noktasında dile getirilen dördüncü delil mutlak bilginin imkânsızlığı gerçeğidir. Nübüvvetin insan açısından gerekliliği hususu dünyevi meselelerde olduğundan kat be kat ahiret için söylenebilir. Zira insanın bilgi edinim vasıtaları dünyevi meselelerde bile mutlak, mükemmel ve evrensel bir bilgi üretemezken ahiret için bilgi üretmesi imkânsızdır. Ahiret için yapılması gereken hazırlıkların ne olduğu, ibadetler, ibadetlerin zamanı ve yapılış şekilleri gibi hususlar ancak nübüvvet ile elde edilebilecek bilgilerdir.

Özetlemek gerekirse insanın maddî ve manevî ihtiyaçlarının yanında iki önemli sebepten dolayı da peygamberlere ihtiyaç vardır. Bunlardan ilki kulluk ve ibadetlerin neler olduğu ve bu ibadetlerin nasıl yapılacağının bilgisidir. İbadetler bir peygamber tarafından uygulama ile gösterilmedikçe bilinemez. Diğeri ise ahiretle ilgili hususlardır. Ahiret konuları sem’î bilgiler olmadan aklî çıkarımlarla elde edilemez.[42]

Mâtürîdî’nin yetiştiği çevre ve içinde bulunduğu ilmî ortamın etkisiyle nübüvvet meselesine oldukça geniş bir yer ayırdığını görüyoruz. Hatta kimi araştırmalara göre Mâtürîdî’ye kadar bu meselenin detaylı olarak ele alınmadığını ifade etmek mümkündür.[43] Mâtürîdî, risâlet konusunda insanların farklı görüşler ileri sürdüklerini söylemekte ancak hidayet önderleri, hayır öncüleri ve bilge kişilerin risâleti kabul ettiklerini ifade etmektedir.[44] Bu durumun sonucu olsa gerek, Mâtürîdî Kitâbü’t-Tevhîd’de nübüvvet bahsini detaylı olarak değerlendirdiği gibi Hz. Peygamber’in nübüvvetinin ispat için ayrı bir başlık açar.[45]

Mâtürîdî’nin peygamberliğin ispatı olarak dile getirdiği birçok delil vardır.[46] Bunlardan en önemlisi peygamberlerin olan biteni beşerî imkânlarla elde etmenin mümkün olamayacağı tarzda gaybdan haber vermeleridir. Ona göre bu durumda peygamberlerin muhatapları kendilerine haber getiren kişinin, bu bilgileri Allah’tan aldığına hükmederler. Örnek vermek gerekirse Hz. Peygamber’in okuma yazmayı öğrenmek için birinin yanına gidip geldiğine dair bir rivayet yoktur. Ayrıca Resulullah’ın haber verdiği hususlar kendisinden öncekilerden nakil şeklinde olsaydı inkârcıların onun naklettiklerine ilaveler veya eksiltmeler yapabilirdi.[47]

Mâtürîdî’ye göre Allah’ın insanlara bildirmediği haberler ve bilgiler vardır ki bunlar da üç mertebedir: “Bunlardan birincisi, insanları yaratılışlarına dayanarak hakkında bilgi sahibi olmaktan âciz bıraktığı bilgilerdir. Eşyanın aslı olan öz ve cevherleri buna örnek verebiliriz. Meselâ bir kimse bir şeyi cevher yapan niteliği bilmek istese buna vâkıf olamaz. Her şey için hayat unsuru kılınan su, buna bir başka örnektir. Bir kimse suyu hayat için suyu cevher yapan özelliği öğrenmeye kalkışsa bunu başaramaz. İkincisi, Allah’ın insana -duymaya ve nakle dayanan bilgi olmaksızın- üzerinde düşünme ve fikir yürütme ile bilgisini verdiği ve kavrama imkânı bahşettiği bilgilerdir. Yaradan’ı ve O’nun vahdaniyetini bilmek bu ikinci tür bilgiye örnektir. Üçüncüsü ise Allah’ın, gelen bir haber olmaksızın insanları idrak etmekten âciz bıraktığı ve vâkıf olma imkânı vermediği bilgilerdir. Ancak insanlar bu bilgiye yalnızca haber yardımıyla ulaşabilirler. İnsanların menfaatleriyle ilgili olan ve gıdaların faydalarına ulaştıran bilgiler buna örnektir. Fakat bu bilgiler, sadece insanlardan bu konuda bilgi sahibi olanlardan ve bilgisi aralarında yayılan kimselerden duyulmakla öğrenilebilir. Bu tür bilgilerde ancak Allah’ın elçileri vasıtasıyla elde edilebilir.”[48] Görüldüğü üzere Mâtürîdî, insanların peygamberler olmaksızın birtakım bilgilere ulaşmalarının mümkün olmadığı ve söz konusu bilgilere ancak peygamberler vasıtasıyla vâkıf olabilecekleri kanaatindedir. Bu durum da peygamberlere olan ihtiyacı açıkça ortaya koymaktadır.

Mâtürîdî’nin delâilü’n-nübüvve kapsamında ileri sürdüğü hususlardan bir diğeri peygamberlerin hitap ettikleri toplulukların karşılaşacakları muhtemel sonuçları ve yaptıkları her şeyin karşılıkları olacağını bildirmeleridir. Peygamberlerin söyledikleri aynen gerçekleşmiştir. Ayrıca Allah’ın elçilerine saygı duyan ve iyi niyetli kimseler peygamberlerin sözlerinin aynen gerçekleştiğini kabul ederler.[49] Peygamberlerin Allah’tan vahiy almaksızın bilmelerine imkân olmayan birtakım olaylar ve durumlar hakkında bilgi vermeleri de ona göre onların risâlet ve nübüvvetlerini ispat eder. Yerdeki ve gökteki varlıkların Allah’ı tespih ettiklerini bildirmek,[50] vahiy almaksızın bilinebilecek bir durum değildir ve bu da risâlete işaret etmektedir.[51]

Bakara sûresi 164. âyette geçen “İnsanlara fayda sağlayan yüklerle denizde seyreden gemiler…” ifadesini yorumlarken Mâtürîdî şöyle demektedir:

Ayet-i kerimenin bu kısmı tehlikelerinin yanı sıra zorluk ve meşakkatlerine katlanarak ticaret yapmanın mubah olduğunu gösterir. Konunun bu yönü, nübüvvetin varlığını da kanıtlamaktadır. Çünkü geminin yapılışını ve sağladığı faydaları bilmek insanın planlayabileceği bir şey değildir. Öyle anlaşılıyor ki o, bu hususu, nesnelerin mahiyetini bilen ve işe yarayanla yaramayanına vakıf olan birinden (peygamberden) öğrenmiştir. Buna olan ihtiyaç ortaya çıktığına göre insan türüne peygamber göndermenin gerekliğine hükmetmek de kaçınılmaz hâle gelmiştir.[52]

Onun bu ifadelerinden, insanların yararına olan icat ve keşiflerin peygamberler sayesinde gerçekleştiği kanaatinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu anlayış sebebiyledir ki İslam toplumunda bazı meslekler ve zanaatlar bir peygambere dayandırılmaktadır. Mâtürîdî’ye göre insanlar sosyal bir varlık olarak çeşitli dünyevi bilgileri öğrenmeye muhtaçtırlar. İnsanlar bir kısım bilgilere doğuştan sahip olmadıkları gibi sonradan da sahip olamazlar. Bu bilgiler salt akıl ile değil kendilerine öğretecek bir öğretici (peygamber) ile elde edilebilir.[53] Sosyal hayatın düzeni ve istikrarı için insanların nefsin egemenliği altına girerek akıllarıyla koyacağı kurallar yerine, peygamberler vasıtasıyla Allah’ın belirlemesi daha iyi olacaktır. Kanunların olmasını toplumsal düzen için şart olduğunu ifade eden Mâtürîdî, insanlığın ulaştığı medeniyetin “fi’l-ibtidâ” (ilk başlangıç) sahiplerinin peygamberler olduğunu söyler. Hz. Âdem’in ilk insan ve ilk peygamber olması hususuna dikkat çekerek de insanların öğrendikleri bilgilerde öncelikle peygamberlere muhtaç olduklarını ifade eder. Örneğin ziraata dayalı hususların ve prensiplerin bilgisi akılda mevcut değildir. Yine toprak mahsullerinin faydası ve zararını öğretecek birisine ihtiyaç vardır. Ayrıca insanın dünya ve ahiretini tanımasını sağlayan lisanların öğrenilmesinde, varlık isimlerinin, çeşitli mesleklerin, tıbbın, değişik belde yollarının ve insan eğitiminin öğrenilmesinde bir öğreticiye ihtiyaç vardık ki bunlar peygamberlerdir.[54]

Bakara sûresi 6. âyette geçen “Şu bir gerçektir ki inkâra saplananları uyarsan da uyarmasan da sonuç değişmez, hiçbir zaman inanmazlar.” ifadesi Mâtürîdî’ye göre aslında peygamberliğin gerekliliğini ispat eder. Bu âyet, Allah’ın iman etmeyeceklerini bildiği bir grup hakkında inmiştir. Yüce Allah bu beyanı ile söz konusu durumu peygamberlerine haber vermiştir. Nitekim olayın da haber verildiği şekliyle gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu ilahi beyanda nübüvvetin ispatına işaret vardır.[55]

Mâtürîdî, “Biz seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bilmezler.”[56] âyeti ile “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” [57] âyetini yorumlarken peygamberlerin gönderilişinin insanlar için bir rahmet olduğunu belirtir. İnsanların hakikati bulmalarında yalnızca aklın rehberliği yetersiz kalır. Zira akıl, aşırı istekler, alışkanlıklar, meşguliyetler gibi pek çok sebeple her zaman kâmil manada yani “saf akıl formunda” çalışamaz. Onu etkileyen psikolojik ve sosyolojik engellere maruz kalır. İşte tam da bu noktada tüm insanlara doğruyu bildirmek için peygamberlere ihtiyaç vardır ve peygamberlik gereklidir. Ayrıca peygamber gönderilmekle akla yetersiz kaldığı durumların varlığı hatırlatılmış ve uyarı da bulunulmuş olmaktadır.[58] Burada “nezîr” kavramını Mâtürîdî’nin peygamberler olarak yorumladığını belirtmemiz gerekir ki tüm âyetlerde benzer bir durum vardır.[59] Cenâb-ı Hakk’ın, “Müjdeleyen ve uyaran peygamberler gönderdik.[60] buyurması ona göre kendisine itaat edenin ulaşacağı akıbeti müjdelemek, isyan edeni de varacağı akıbetle korkutmak üzere elçiler gönderdiğini haber vermektedir. Yine aynı âyetin devamında “İnsanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı tutunacak bir delilleri olmasın diye” buyurması ise insanların ‘bize peygamberler göndermedin diye Allah’a karşı bir delilleri olmasın’ diyedir.[61]

Mâtürîdî, nübüvvetin insanlar için bir lütuf ve gereklilik olmasını birkaç açıdan izah eder: “Peygamber göndermeden önce azap etme hakkı olan Allah’ın, insanlara azap etmeyip yapacakları münakaşa ve çekişmelerini ortadan kaldırmak üzere mucizeler ve delillerle peygamber gönderene kadar azabı ertelemesi O’nun bir lütfudur.”[62] Öte yandan Allah’ın şuurlu bir canlı olarak yarattığı insanı sorumlu tutmaması hikmetle bağdaşmadığı gibi, sorumlu tuttuğunda da ona yol göstermemesi O’nun sıfatlarıyla çelişir.[63] Ona göre bir toplumun ayakta durması için uymaları gereken birtakım kuralların ve ilkelerin olması gerekir. Bu ilke ve kuralların ise kendilerini yaratan ve onlar için en uygun hayat tarzını bilen birinin kuralları olmalıdır. İnsanların kendileri için kurallar belirlerken yine kendilerinin belirleyici olmaları makul değildir. Aksine insanlar için hayat kuralları ve ilkelerini belirleme Allah’ın gönderdiği peygamberler görevlidir.[64]

Mâtürîdî’ye göre Allah peygamberleri aracılığıyla doğru yolu ve hidayeti göstermeseydi insanların bu yolu bulmaları veya ortak bir noktada buluşmaları imkânsız olurdu. İnsanları ahirette hesaba çekecek olan Allah’ın, insanlara doğru yolu gösterecek peygamberler göndermemesi O’nun adl, hâdi, hakîm, nûr, rab, rahman, rahîm ve reşîd[65] gibi sıfatlarına aykırı bir durum olurdu.[66] Aynı şekilde bunca nimeti insan için yaratan Allah’ın onları başıboş bırakması ve nimetlere şükretmelerini istememesi ihtimali yoktur. İnsanların nasıl şükredeceklerini yani ibadetleri nasıl yapacaklarını aklen sabitleme imkânları da yoktur. O’nu razı edecek namaz, oruç, hac ve zekât gibi ibadetlerin belirlenmesi ancak bir elçinin haber vermesi ile olabilir. Dolayısıyla insanlar şükrün ve küfrün ölçülerini belirleyecek bir elçiye ihtiyaç duyarlar. Bu ihtiyaç da peygamberlerin rehberliği ile giderilir.[67]

Mâtürîdî’nin peygamberliği ispat sadedinde belki de dikkat çekici delillerinden bir diğeri peygamberlerin fiilen mevcudiyetleri ve nübüvvet münkiri insanların elinde peygamberleri yalanlamaya yarayacak delillerinin olmamasıdır. Zira nübüvveti inkâr edenler, peygamberlerin getirdiği delillere alternatif bulmak için zamanları ve imkânları vardı. Ancak onlar bunu başaramadıkları gibi peygamberlerin üstünlüğünü pekiştirmekten öteye geçememişlerdir.[68] Öte yandan o, Hz. Peygamber’in zamanında insanların bir peygamber beklentisi içinde olduklarını belirtir ve Kur’an’ın bu durumu teyit ettiğini söyler.[69]

Nübüvvetin ispatı noktasında peygamberler, kendi özlerinde sahip oldukları kesin delillere sahip olmaları itibarıyla Mâtürîdî’ye göre nübüvvetlerinin ispatına güç yetirmişlerdir. Ona göre peygamberler, dile getirdikleri sözlerin doğruluğunu teyit için delile ya da bir açıklamaya ihtiyaç duymamışlardır. Diğer insanların varlıkları bizatihi bir delil oluşturmazken peygamberlerin bizzat kendileri birer delildir. Bunun için peygamberler dışındaki insanların söyledikleri her sözün doğruluklarını gösterecek bir delile ve hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan, gerçeği yalandan ayıracak bir beyan gerekli olmuştur.[70]

Nübüvvetin gerekliliğini ispat etmek için çoğunlukla akla müracaat eden Mâtürîdî’ye göre peygamberlik her şeyden önce aklî bir zorunluluktur. Zira Allah, insan türünü yaratmış ve beraberinde yeryüzünde besinler ve ilaçlar var etmiştir. Bunun yanında onlardan hastalıklar ve öldürücü zehirler de var etmiştir. Zarar veren ile fayda vereni birbirinden ayırt etmek ancak deneme ile olur ki bu durumda insanların ölümüne neden olabilir. Şu hâlde yeryüzündeki bütün nesnelerin mahiyetini Allah’ın kendisine bildireceği zatın yani peygamberlerin mevcudiyetine hükmetmek kaçınılmazdır.[71] Yoksa hangi maddelerin zehirli hangilerinin zehirsiz olduğunu anlayabilmek için bir canı feda etmek gerekecekti.[72] Mâtürîdî’nin bahsettiği zehirli ve zehirsiz gıdaların bilgisini vermek gibi hususlar günümüz için basit gibi görünse de tarihsel süreçte insanlığın ilk yıllarında hayati öneme sahip bilgiler olduğu hatırdan çıkarılmamalıdır.

Aklın, nefsin egemenliğine girmesi ile insan için yetersiz olmasından hareketle peygamberlere olan ihtiyacı izah eden Mâtürîdî, nübüvvetin gerekliliğini bir de sosyal hayatın düzeni açısından ele alır. Onun bu konudaki düşüncesi son derece sade ve nettir:

Hemen herkesin üzerinde ittifak edebileceği gibi toplum hayatı kargaşayı ve başıboşluğu kabul etmez. İnsanlık tarihinde yükümlü olacakları şeriatların ve işlerini dayandıracakları prensipleri olmayan bir topluluğa rastlanılmamıştır. Kişilerin, fıtratlarına uygun bir şekilde idame-i hayat edebilmeleri için kendilerine yön gösterecek, onları çok iyi tanıyan bir rehberin hidayet ve ihtiyaçları her zaman kendini göstermiştir. Bu rehberliğin Allah’ın peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla gerçekleşmesi ise insan tabiatına en uygun bir durumdur. Zira o, ancak bu yolla huzur ve sükûna kavuşabilir.[73]

Sosyal hayatın düzeni için Allah’ın emir ve yasaklar koymasını abes görenler olduğunu belirten Mâtürîdî öncelikle onların gerekçelerini sıralar. Nübüvvet karşıtlarına göre bir şeyi emreden ondan elde etmek istediği bir menfaat sebebiyle emreder, yasaklayan da korunmak istediği bir zarar sebebiyle yasaklar. Allah her varlıktan müstağni, her şeyi bilen olduğuna göre emirler ve yasaklar koyması abestir. Mâtürîdî’ye göre emir ve yasaklar konulması bir fayda beklentisi ya da zarardan korunma amacına yönelik olsaydı, âlemin yaratılmasında da benzer bir sebep olması gerekirdi. Oysa Allah, kâinatı mutlak iradesi ve hikmetine uygun olarak yaratmıştır. Bu itirazları ileri sürenler, O’nun ulûhiyetini, hikmetini ve bütün kemal sıfatlarını gereğince kavramamış kimselerdir. Bu tür bir yaklaşım, Yaradan ile yaratılanı birbirine benzetme hatasına düşmektedir. Bu ise itibarını yükseltmek isteyen muhtaç varlıkların işidir.[74] İnsanlar arası ilişkileri düzenleyen sosyal kuralların konulmaması hâlinde, insanlar sadece kendilerine zevk veren şeylere yöneleceklerdir. Hiçbir ölçü tanımadıkları için ölümsüzce yaşayacakmış gibi bir anlayış ortaya koyacaklardır. Herkes aynı düşünceden hareket edeceği için de kavgayla hatta ölümle sonuçlanan çekişmeler çıkacaktır. Bu endişelerin olmaması için haram ve helaller ile emir ve yasakların olması kaçınılmazdır.[75]

Mâtürîdî, peygamberlere gönderilen kitapların içinden çıktıkları kavimlerin diliyle gönderilmesini de ispat-ı nübüvve olarak görür. Kur’an-ı Kerim insanların kendi dillerinde olmasına rağmen, inkârcı Araplar onun benzerini meydana getirmekten âciz kalmışlardır. Eğer Kur’an, peygamber tarafından uydurulmuş olsaydı, insanların da onun bir benzerini uydurmaları mümkün olurdu, çünkü aynı dili kullanıyorlardı.[76]

Ona göre insanların medeniyet inşa etmeleri peygamberler vasıtasıyla mümkündür. İnsanlar başlangıçta yeryüzünde hangi ürünlerin olduğundan ve bu ürünlerin yetişmesi ve üretilmesi hususunda nasıl bir mekanizmaya bağlı olduğu konusunda herhangi bir imkâna sahip değildi. İnsanlara yeryüzünün nimetleri hakkında gerekli bilgiyi peygamberler sağlamıştır. Toplumun ihtiyaç duyduğu sanat ve meslekler, dünya işlerinin omurgasını oluşturan ticaret, dillerin öğrenilmesi akılların çıkarımları ile değil peygamberlerin öğretimi ve yol göstermesi ile mümkün olabilmiştir.[77]

Mâtürîdî aklın tek başına iyi, kötü ve doğru ile yanlışı bulmaya yeterli olmaması sebebiyle insanların peygamberlere ihtiyaç duydukları kanaatindedir. Ona göre eşyanın özünde iyilik ve kötülük vardır. Allah bir şeyi iyi olduğu için emretmiş, kötü olduğu için yasak etmiştir. Allah’ın fiilleri belli bir hikmete yönelik yarattığına göre nübüvvet hikmetin bir sonucudur, mümkündür; fakat vacip değildir.[78] İnsanların yardım alma ve öğütçüye başvurma ihtiyacı ve nimetlere gereği gibi şükretmenin nasıl yapılacağı sorusu peygamberlere olan ihtiyacı ortaya koyan akli delillerdendir. Zira Allah’ın bahşettiği her organda çok sayıda nimet vardır ve bu nimetlere karşılık yerine getirilmesi gereken şükür borcu vardır. Ancak bu şükrün nasıl eda edileceği akıl yoluyla kestirilemez. Şu hâlde Allah’tan haber getirecek bir aracının mevcudiyetine hükmetmek kaçınılmazdır. Yine insanlar arasındaki anlaşmazlıkların çözümü de ancak peygamberle vasıtası ile mümkündür. Anlaşmazlıkların tarafları hâliyle kendilerinin haklı olduğunu ileri sürecektir. İnsanlar arasında hakemlik yapacak ve anlaşmazlığa düşenlere çözümleri gösterecek birine ihtiyaç vardır ki bunlar da ancak peygamberlerdir.[79]

Mâtürîdî peygamberlerin gerekliliğini izah ederken başvurduğu bir diğer delil aklın içine düşmesi muhtemel tehlikelerdir. Ona göre insan fıtratı gereği nefsine düşkündür. Fıtratı onu nefsine hoş gelen şeylere çağırır ve onları güzel gösterir. Aynı tabiat sıkıntı ve yorgunluk veren şeylerden de nefret ettirir. Bu sebeple insanın tabiatı eşya hakkında güzel ve çirkin değerlendirmesinde aklın hasımlarından biri durumuna düşer. Aslında akıl, insanın şerefini arttıracak şeyleri elde etmeyi onun değerini düşürecek şeylerden de uzak durmayı emredecek tarzda yaratılmış olmasına ve güzellik ve çirkinlik (hüsün ve kubuh) eşyanın tabiatında mevcut olmasına rağmen; güzellik, çirkinlik, üzüntüler, musibetler, aşırı istekler ve ihtiraslar akla galip gelip onun berraklığını giderebilir. Böylece onu gerçeği görmekten alıkoyabilir, tereddüde ve şüpheye sevk edebilir. İşte bu tabiat gereği tereddüde düşeceği ve şüpheye kapılacağı şeyleri insana açıklayacak, gerçeği bulmada ve doğruyu kavramada ona yardımcı olacak bir peygambere ihtiyaç vardır.[80] Dolayısıyla insanların bilgi kaynağı olarak gördükleri akıl ve duyu organları birtakım arızalara maruz kalabilir. Arızlardan uzak bir bilgi kaynağı ise ancak peygamberle vasıtası ile mümkündür.[81] Sonuç olarak insanlık peygamberlere muhtaçtır. Nefsani duygunun bütün faktörleri duyulur âlemde yanı başımızda iken doğru yolda ilerlemenin faktörleri duyular ötesi âlemdedir. Akılda yeterlilik olsa bile mahdutluk vardır. Bu da sürekli çalışma endişesi getirir. Bu durumda peygamber göndermede kulların işini kolaylaştırıp hafifletme faktörü vardır. Bu ise büyük nimetler statüsündedir.[82]

İnsan nefsinin akla galip gelerek ona iyi ve kötüyü tespit etme hususunda yanlış yön çizmesinin muhtemel olduğunu ifade eden Mâtürîdî[83], insan fıtratında bulunan olumsuzluklara temas eder. Ona göre insan fıtratında mevcut olan menfi özelliklerden biri de insanın bencilliğidir. İnsanlar çoğunlukla kendi haklılıklarını ve karşısındakilerin de haksız olduklarını iddia edecekleri için aralarında sürekli bir çekişme olması kaçınılmaz bir sonuçtur. Bu ise her türlü fesadın kaynağıdır. Bununla birlikte insan tabiatı ve aklı gerçeği tespit etmede kendisine yardımcı olacak hakemin varlığını da gerekli ve faydalı görür. Hakkı tayin etmede her şeyi yaratandan daha layık birisi olamayacağına göre Allah’ın elçileri olan peygamberlere ve tebliğ ettikleri kitaplara tabi olmak en uygun yol olmalıdır.[84] Mâtürîdî’ye göre her insan nefsini şehevî duyguların bataklığına düşmekten sakınma gayretinde olmalıdır. Ancak bütün nefislerde, insanların kurtuluş umduğu yerde kişiyi helake götürebilecek veya fayda beklediği yerde ona zarar verecek bir potansiyel vardır. Bu durum insanların davranışlarının sonuçlarını haber veren bir zata yani peygambere muhtaç kılar. Ancak o sayede kendisini eğitebilir.[85]

Mâtürîdî’nin akla çizdiği sınır, onun peygamberlere verdiği önemi ortaya koymaktadır. Nitekim ona göre peygamberlerin, dünya ve ahiret saadetinin kazanılması için akidenin ıslahı, ibadetlerin mahiyetinin açıklanması, sosyal, siyasal, kültürel muamelelerin yönlendirilmesi gibi görevleri vardır. Bu ise vahyin desteği ile gerçekleşebilecek bir husustur. Bir bütün olarak insanoğlunun bilgilerinin temeli peygamberlere (vahye) dayanmaktadır.[86]

Aklı yeterli görerek nübüvveti gereksiz görenlere karşı Mâtürîdî, aklın çeşitli sebeplerle yetersiz kalabileceğini beyan ettikten sonra bir adım daha atarak şunları söyler: “Şayet akılda nübüvvetten müstağni kalma özelliği bulunsaydı bile, lütuf ve keremde bulunma açısından peygamber göndermek yine de gerekirdi. Çünkü Allah lütufkâr olmakla nitelendirilmiş olup kulları bu lütufkârlık içinde hayatlarını sürdürürler.”[87]

Sonuç olarak peygamberler, insana fıtratını ve yaratılış amacını hatırlatan, her bir uzvuna ait ibadeti ve onun mahiyetini açıklayan Allah elçileridir. Nitekim insan tefekkür yoluyla Allah’ın varlığı ve birliği inancına ulaşır. Nimetlerin gerçek sahibinin Allah olduğuna ve O’na şükretmenin gereğini anlar. Fakat her insan aklını doğru kullanma ve doğruya ulaşma başarısı göstermeyebilir. Zira bu husus fertten ferde değişir. Görüldüğü üzere Mâtürîdî peygamberliğin gerekliliği konusunda çok sayıda aklî ve naklî deliller getirmekte ve insanların “eksik yanlarının” peygamberler vasıtasıyla tamamlanacağını belirtmektedir. Öte yandan dünyevî ve uhrevî gerçek menfaatlerin elde edilebilmesi de ona göre ancak peygamberler sayesinde mümkün olabilir.

Peygamberliğin gerekliliği konusunda Sâbûnî kapsamlı değerlendirmeler yapmamaktadır. Daha kısa ve yalın ifadelerle peygamberliğin insanlığın faydasına olduğunu farklı istidlâllerde ifade etmektedir. O, peygamber gönderme hususunda Ehl-i Hakk’ın hepsinin “Allah’ın resul göndermesi ve bi’set mümkündür.” kanaatinde olduklarını ifade etmektedir. Ona göre çok az bir grubun “hikmetin gereği olması anlamında Allah için vacip” olduğu kanaatine sahiptir.[88] Sâbûnî’ye göre onları bu kanaate sevk eden âmil, hikmet sahibi olan Allah’ın insanları hayatta kalabilmeleri için gıdaya, bedenlerini sağlığa kavuşturmak için ilaca muhtaç olarak yaratmasıdır. Yine Alîm ve Hakîm olandan bir açıklama olmasaydı, gıdayı ilaçtan, zararlıyı faydalıdan ve iyileştireni öldürenden ayırt etme imkânı olmazdı. İnsanların hayatta kalması ve maslahatına ve zararına olan şeylere erişmesi mümkün olmazdı. Bu durumda da mevcudâtın maslahat ve mefsedete uygun yaratılmasında hikmet olmazdı.[89]

Peygamberliğin ispatı hususunda Sâbûnî’ye göre Ehl-i Hakk’ın delili şudur: Allah’ın kullarına ait emir ve yasakları bildirmesi, dünya ve ahiret saadetini getirecek hususları bildirmesi hikmete uygun bir iştir. Bu durumda kullarından bir kısmını (peygamberleri) mesajlarını tebliğ etmek üzere görevlendirmesi akla uzak bir durum değildir. İşte bu kişiler Allah’tan aldıkları mesajları kullara ulaştırırlar. Allah da onları mucize ile destekler. Daha açık ifadeyle Allah cennet ile cehennemi yaratmıştır. Cennette kendisine iman edenler için mükâfat, cehennemde ise iman etmeyenler için azap hazırlamıştır. Ancak insan aklı bu hadisenin inceliklerine nüfuz etmeye güç yetiremez.[90]

Sâbûnî, Ehl-i Hak olarak ifade ettiği kendinden önceki Ehl-i Sünnet kelâmcılarının, peygamberlerin gerekliliği hususunda zikrettiği biraz daha somutlaştırmaktadır. Ona göre Allah’ın yarattığı zararlı ve faydalı cisimler hususunda aklın onlara tüm özelliklerine vâkıf olma imkânı yoktur. Akıl, yok olup gitme ihtimali sebebiyle tecrübeye de güç yetiremez. Aynı şekilde Allah’ın ahirette kulları için hazırladığı ödül ve cezayı, ahiretin menfaatlerine ulaşma ve zararlarından sakınma yöntemlerini idrak etmekten âciz kalır. Şayet Allah insanlar için iyiliğe ulaştıracak şeyleri emreden, cezaya sebep olacak şeyleri yasak edecek birini göndermeseydi, her şeyi hikmet olmaksızın yaratmış olurdu. Bu ise Yaratıcı (Sânî), Hikmet sahibi (Hakîm) ve Cömert (Kerim) olan Allah’a uygun olmazdı.[91]

Sâbûnî, insanların akıl nimetine rağmen farklı inanç ve düşünce tarzlarına sahip olmaları gerçeğine dikkat çekerek Allah’ın insanları yönlendirmesine dolayısıyla peygamberlere şiddetle ihtiyaç olduğu kanaatindedir.[92] Sâbûnî bu durumu ifade ederken ‘Allah için aslah olanı yaratmak vaciptir demek uygun değildir.’ demek suretiyle Mu’tezile’nin kanaatinin uygun olmadığını da ifade etmektedir. Yine ona göre bu durum, Berâhime’nin peygamberliği gereksiz gören kanaatlerine de cevap teşkil eder. Zira akıl, şükrün edasının mahiyetini anlamaktan âcizdir. Ancak şeriat gelirse akıl bunu reddetmez. Bilakis ibadetlerin tafsilatı ve şükrün edası gibi hususları ile gıda ve ilaçların tafsilatı için peygamberlere ihtiyaç vardır.[93]

Sâbûnî peygamberliğin gerekliliğini nimetlerin şükrünü eda edebilme noktasında da gerekli görür. Ona göre insanlara akılları vasıtasıyla nimetleri veren Allah’a şükretmenin gerekliliği verilmiştir. Ancak bu vücûbiyetin edasının nasıl yapılacağının bilgisi verilmemiştir. Bu bilgi ancak peygamberler vasıtasıyla mümkün olur. Eğer bunu açıklamasaydı, bu insanların güç yetiremeyeceği şeyleri yerine getirmeye mecbur bırakmak olurdu ki bu da hikmetin dışına çıkmak olurdu. Şârî tarafından mücmel bir emir gelmişse kulun bunu yerine getirebilmesi için açıklamanın da verilmesi gerekir. Bu şekilde imtihanın anlamı gerçekleşmiş olur.[94]

Sâbûnî’nin peygamberliğin gerekliliğini konusunda önemli delillerinden birisi akıl ile ilgili kanaatleridir. Ona göre aklın ortaya koyduğu hükümler üç gruptur: Vacip, caiz ve mümteni. Akıl, vacip ve mümteni olanı bilirse caiz olana vâkıf olması gerekir. Ancak akıl, caiz olana eşit hüküm verir. Verilen bu hüküm belki övülen bir şeye belki de yerilen bir şeye müteallik olur. Aklın bunu bilmesi imkânsızdır. Aklın bu ikisini ayırt etmesi için sonuçlara muttali olan bir beyana ihtiyaç vardır. Bu vesile ile akıl, övülene yönelecek, kötülükten uzaklaşacaktır.[95] Sâbûnî’nin “beyan” ifadesi ile peygamberleri ya da onların getirdiği şeriatı kastetmiş olabileceğini değerlendirmekteyiz.

Sâbûnî’ye göre insanların akılları birbirine eşit değildir. Kimi insanların keskin zekâ, yeterli akıl ve doğru tabiat sahibi iken kimi insanlar akıl kusuru, hatta sefihlik ve ahmaklık olabilir. Dolayısıyla insanlar arasındaki bu farklılık şeriatı (dolayısıyla peygamberleri) zorunlu kılar. Ona göre şeriat uyanık akıllı kimsenin yükünü hafiflettiği gibi, gafil kimseleri tembihlemek, âciz ve cahil kimselere sunulan hüccetleri kolaylaştırır. Akıl ile uzun süre tefekkür ve derin düşünce ile iyi ve kötünün bilinebileceğini kabul etsek dahi bu durum büyük bir meşakkati getirir. Allah bunu bilmenin yollarını vahiyle kolaylaştırır ve akılla hüküm çıkarmanın keyfiyetini gösterirse bu Allah’ın rahmeti ve fazlındandır.[96]

Sâbûnî’ye göre vahyi ve peygamberliği gereksiz gören kimseler de insanların akıl seviyelerinin farklı olduğu konusunda aynı kanaattedirler. Dünyevî maslahatlarda akıl üstünlüğünün varlığı kabul edildiğinde dinî konularda üstünlük meselesinin daha çok kabul edilmesi gerekir. Peygamberlik muarızlarına, kulların akıllarıyla vâkıf olamadığı ve maslahatlarına olan şeylerin Allah’ın ilminde olup olmadığını kabul edip etmedikleri sorulur. Eğer kabul etmeyip inat ederlerse Allah’ın ilmi ile kulun ilmini aynı seviyeye getirmiş olurlar. Kabul ederlerse aklın, Allah’tan müstağni olmadığını ikrar etmiş olurlar. Allah kullarına peygamber göndererek lütufta bulunmuştur. Gönderdiği vahiyler ile onların maslahatlarına olan işleri tarif etmiştir.[97]

Peygamberlerin gerekli olmasını aklî ve mantıkî delillerle ispat etme gayretini sürdüren Sâbûnî ilginç bir örnek vermektedir. Ona göre bir hükümdarın tebaasını cezalandırmak istemesi hâlinde öncelikle uyarması gerekir. Eğer uyarı ve özür beyanı olmaksızın bir cezalandırma yaparsa onun bu uygulaması eleştirilir ve düşüncesizlikle suçlanır. Aynı şekilde Allah, peygamber göndermek suretiyle benzer durumların önüne geçmiştir.[98]

Peygamberliğin ispatı hususunda tıpkı Mâtürîdî gibi Sâbûnî’nin de ilaç metaforunu kullandığını görüyoruz. Ona göre Allah dünyada hem faydalı hem de zararlı şeyler yaratmış, fakat insanlara faydalı ile zararlıyı ve zehirli ile şifalıyı birbirinden ayırt etme imkânı vermemiştir. Ölüm ihtimali bulunduğundan tek tek tecrübe ile aklın bunları tespit etmesi de söz konusu değildir. Şu hâlde hikmet, Allah’ın peygamber göndermesinin gerekli olduğunu ortaya koyar. Böylece peygamberler, Allah’ın kullarına, ahirette kendileri için neler hazırlandığını ve dünya için neler yaratıp bıraktığını haber verir, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır.[99]

 Peygamberliğin gerekliliği meselesinde Mâtürîdî Sâbûnî’ye kıyasla konunun izahı için oldukça geniş yer ayırmış ve çok sayıda istidlâl getirmiştir. Her ikisi de aklın önemini kabul etmekle birlikte aklın yetersiz kaldığı hususlarda vahyin ve peygamberlerin devreye girmesi gerektiği kanaatindedir. Peygamberlerin her şeyden önce insanların dünya ve ahiret saadetini sağlaması bakımından rahmet olduğunda hemfikirdirler. Ancak peygamberliğin gerekliliğini ispat sadedinde gündeme getirdikleri deliller yukarıda izah edildiği üzere farklılık gösterebilmektedir.


KAYNAK: * Doğan, Hacı İsmail Doğan. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’den Nûreddin es-Sâbûnî’ye Peygamberlik Anlayışı. Ankara: Oku Okut Yayınları, 2024. https://yayin.okuokut.org/catalog/book/62