
* Demir, Abdullah. Ebû İshak es-Saffâr’ın Kelâm Yöntemi. İstanbul: İSAM Yayınları, 2018.
Mâtürîdî kelâmcısı Saffâr, aklı fonksiyonel olacak şekilde yaratanın Allah olduğunu ve bu yetinin mutlaka kullanılması gerektiğini savunur. Bu görüşünü öncelikle şu âyetlere dayandırır:
“Kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur” (el-İsra 17/36). “Kalpleri vardır, kavramazlar; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler” (el-A‘râf 7/179). “Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık diye de ilave ederler” (el-Mülk 67/10).
Bu âyetlerde, herbir organın kendi işleviyle sorumlu olduğu anlatılmaktadır. Onun bu konuda aktardığı bir başka delil güvenilir kişilerce aktarıldığını söylediği Hz. Ebû Bekir ile Hz. Peygamber arasında geçen bir konuşmadır. Bu diyalogda insanların dünyada olduğu gibi âhirette de akıl yetisine sahip olacakları ile mükellefiyetin, mükâfatın ve cezanın akıl yetisine dayandığı belirtilir. Saffâr’ın açık ifadelerinden ve konuyu ele almasından, duyu organları gibi Allah’ın verdiği bir yeti olan akla da değer verdiği ve bilgiye ulaşmada aklın kullanılmasını savunduğu anlaşılır.[1]
Aklî bilgi başlığı altında açıklandığı üzere Saffâr’a göre aklın iki işlevi bulunmaktadır. Bunlardan ilki, düşünmeden ve akıl yürütmeden doğrudan kavrama fonksiyonudur. Aklın ikinci işlevi ise düşünmeden bilinmesi mümkün olmayan konuları akıl yürütme işlemiyle bilmesidir. Ona göre her bir duyu organının kendine mahsus alanda görev yapması nasıl gerekli ise akıl yürütülerek bilgi edinilecek konularda da akla başvurulması zorunludur.[2]
Saffâr, istidlâl kurallarına uyulması halinde aklın kendi bilgi alanında doğru sonuçlara ulaşabileceğini savunmaktadır. Bununla birlikte akıl yürütme şartlarına uyulsa bile nazar ile bilgi edinme imkânı bulunmayan aklın bilgi alanına girmeyen konularda, bu yolla bilgi edinilemez.[3] Ona göre ibadetlerin ve dinî hükümlerin nasıllığının ve niceliğinin belirlenmesi aklın kesin hüküm veremeyeceği “mümkin” bilgi alanı kapsamındadır. Bu alanda temel bilgi kaynağı ise “sahîh nakil”dir. Aklın ve naklin bilgi alanı konusunda ayrıca bilgi verilecektir.
Saffâr, naklin kendi bilgi alanı bulunsa da akla her zaman muhtaç olduğunu düşünmektedir. Bu görüşünü iki şekilde temellendirmeye çalışır:
- İşitilen konular yalnızca akılla anlaşılır.
- Nakille ulaşan bilgilerin doğru olup olmadığı akılla tespit edilir.[4]
Saffâr, aktardığımız görüşleriyle akla kendine ait önder olduğu bir bilgi alanı tanıdığı gibi duyumların bilgiye dönüştürülmesi, vahyin anlaşılması, hadislerin doğruluğunun tespiti ve kritiği görevlerini de akla yüklemektedir. Onun bilgi anlayışında akıl, merkezi bir konumdadır.
Saffâr’ın aklî ve naklî bilgiye verdiği değeri, bu bilgi kaynaklarını kabul etmeyen muhalif düşünce ve inanç sahiplerine karşı ortaya koyduğu savunmalardan da çıkartmak mümkündür. Meselâ aklı asıl bilgi kaynağı olarak kabul ederek vahyi, peygamberliği ve ilâhî kitapları inkâr eden Brahmanlar’a karşı ayrıntılı bir savunma ortaya koyar. Bilindiği gibi onlar, “Peygamber, aklın kabul etmeyeceği bir bilgi verirse, akıl bunu kabul etmez; akla uygun bir bilgi verirse, akıl bilgi edinmede yeterlidir, vahye ihtiyaç yoktur” iddiasında bulunmuşlardır.
Saffâr; “Akıl, din ve dünya işleriyle ilgili birçok konuda peygamberlere ve ilâhî kitaplara muhtaçtır” diyerek, ileri sürülen iddiayı kabul etmediğini belirtir ve kendi görüşünü ispatlamaya çalışır. Bunun için öncelikle;
1) Aklın dinî hükümler ve ibadetlerle ilgili konularda (umûrü’d-dîn), vahye muhtaç olduğunu temellendirmeye gayret eder. Bu kapsamda görüşlerini şöyle dile getirir:
1a) Nimet veren yüce yaratıcıya nasıl şükredileceği konusunda akıl kesinlikle vahiy bilgisine muhtaçtır. Her ne kadar nimet verene şükretmenin gerekliliğini akıl kavrasa da şükrün nasıl yapılacağını tam olarak bilemez. Çünkü ihtimaller düşünüldüğünde bir harekette bulunarak veya bulunmadan ya da herhangi bir eylemde bulunarak şükür ve ibadet görevi yerine getirilebilir. Bu ihtimallerden hangisiyle şükür ve ibadet sorumluluğunun yerine getirileceğini ise akıl tek başına kavrayamaz ve belirleyemez. Dolayısıyla akıl, ibadetler ve dinî uygulamalarla ilgili Allah’ın vahyine ve peygamberlerin tebliğine kesinlikle muhtaçtır.
1b) Akıl, müjdelenen ve yasaklanan tutum ve davranışların neler olduğunun bilinmesi konusunda vahiy bilgisini yok sayamaz ve göz ardı edemez. Bu konularda vahyin desteğine muhtaçtır.
1c) Sosyal düzen ve ahlâkî yapıda görülen bozukluğun (fesat) azaltılması konusunda, akıl peygamberlerin yardımına ihtiyaç duyar. Eğer peygamberler olmasaydı, mutlaka yeryüzünde şimdikinden daha fazla fesat ve düzensizlik olurdu.
1d) Allah’ın varlığı, naklî (sem‘î) deliller sayesinde daha fazla insan tarafından kavranır. Bilindiği gibi bu konuda aklî bilgiler de bulunur. Bununla birlikte anlaşılması zor olan aklî delilleri ancak ilm-i istidlâl alanında bilgi ve anlayış sahibi kişiler kavrayabilir. Oysa insanların bir kısmı bu kabiliyete sahipken, diğerleri değildir. Bu nedenle akıl, vahyî bilgiyi gözardı edemez.[5]
Saffâr; 2) Aklın, dünya işleriyle ilgili konularda da vahyî bilgiye muhtaç olduğunu düşünmektedir. Bu kapsamda ileri sürdüğü görüşler şunlardır:
2a) Faydalı ve zararlı maddelerin neler olduğunun öğrenilmesi konusunda akıl, peygamberlerin öğretimini yok sayamaz.
2b) Gıda ve şifalı maddelerle ilâçların doğru karışım ölçüsünün bilinmesinde peygamberlerin öğretimine ihtiyaç duyulur.[6] Sayılan bu gerekçeler, Mâtürîdî kelâmcıları tarafından farklı lafızlarla tekrarlanan düşüncelerdir. Ancak oldukça sistematik şekilde konuyu ele alan mütekellim Saffâr’dır.[7]
Saffâr’ın dünya işleri ile ilgili ileri sürdüğü gerekçeler, Hz. Âdem’den itibaren haklarında bilgi sahibi olduğumuz peygamberin bir meslek sahibi olduğu ve insanlara bu alanda da öğretmenlik yaptıkları düşünüldüğünde isabetlidir. Dinî uygulamalar ve dünya işleriyle ilgili bilgi alanlarında aklın vahyin önderliğine veya desteğine ihtiyaç duyduğuyla ilgili Saffâr’ın açıklamaları, onun aklın ve vahyin bilgi alanı hakkındaki görüşleriyle uyumludur. Saffâr, Ebû Hanîfe ve Mâtürîdî’nin de benimsediği din-şeriat ayırımınıbenimser.[8] Yani değişmeyen inanç konularıyla neshe konu olabilecek ibadetler gibi dinî uygulamalar arasında “insan aklının bilgiye ulaşması” açısından farklılık bulunduğunu kabul eder. Ona göre akıl, bir yaratıcının ve nimet verenin bulunduğunu, dini kavrasa da ibadet ve şükrün nasıl eda edileceğini, yani şeriat hükümlerini belirleyemez, tereddütte kalır. Bu sebeple de akıl, dinî hükümleri içeren bilgi alanında vahyin belirlemesine ihtiyaç duyar.
Saffâr, bilgiye ulaşmada akla değer vermekte ve aklın kullanılmasını savunmaktadır. Bununla birlikte o, akla değer vermenin, aklın mûcip (dinî hüküm vazeden, gerekli kılan) konumuna yükseltilmesi anlamına gelmediğini özellikle belirtir. Zira mûcip sadece Allah’tır. Allah, insana kendi fiillerini yaratma gücünü ve yetkisini emanet etmediği gibi (tefvîz), akla da zorunlu kılma ve dinî hüküm koyma yetkisini (îcap) vermemiştir. Dolayısıyla Saffâr’a göre “Allah, insanları kendi fillerinin hâlikı (yaratıcısı) kılmıştır” demek doğru olmadığı gibi “Allah, aklı mûcip kılmıştır” sözü de hatalıdır. Aklın mûcip olmaması, kullanılmayacağı anlamına gelmez. Akıllı kişilerin, Allah’ın da emrettiği şekilde aklın rehberliğine (delîlü’l-akl) başvurması gereklidir.[9]
Bir şeyin güzel veya kötü olduğu hükmünü Allah’ın belirleyebileceği, aklın hüsün-kubuh konusunda bilgiye ulaşabileceğini kabul eden Ebü’l-Usr el-Pezdevî ile Mâtürîdî kelâmcısı kardeşi Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî tarafından da savunulur.[10] Ebû Şekûr el-Keşşî ise “Âlimlerimiz Mu‘tezile’nin aksine aklın mûcipolduğunu kabul etmez. Îcap (dinî hüküm vazetme), Allah’a mahsustur” demektedir.[11] Keşşî’ye göre ibadetler ve dinî hükümler alanında vücûbun (mükellef kılma) delili, nakildir. Çünkü bu konularda akılla bilgiye ulaşılamaz. Oysa bir yaratıcının bulunduğu ve onun vahdâniyeti aklın istidlâli ile bilinebilir. Bununla birlikte akıl mûcip değildir. Kendi başına akıl, zorunlu kılamaz. Dinî mükellefiyet, aklın bulunmasıyla değil, ilâhî hitapla başlar. Keşşî, bu konuda Eş‘arîler’in görüşünü benimseyerek Ebû Hanîfe ile İmam Mâtürîdî’nin anlayışından uzaklaşmıştır.[12] Alâeddin es-Semerkandî ise hakiki anlamda akla mûcipdenilemeyeceğini, dinî hükümler konusunda vâcip kılma yetkisinin yalnızca Allah’ta olduğunu belirtir. Bununla birlikte bazı âlimlerin aklı, bilgi sağlaması ve delil olması açısından mecazen “gerekli kılan” olarak adlandırdığını belirterek bu kullanımı mâkul görmektedir.[13]
Aynı kelâm anlayışına mensup Sâbûnî ise aklın zorunlu kılmasını yorumlayarak kabul benimser. Ona göre imanın akıl yoluyla vâcip olmasının anlamı, kişinin yapmakla mükâfata veya terketmesiyle cezaya müstahak olması demek değildir. Çünkü mükâfat ve ceza ancak nakille belirlenir. Bunun mânası, yüce yaratıcının varlığını benimsemenin ve onu inkâr etmemenin daha mâkul ve daha doğru olduğu anlamındadır. Çünkü akıl inanma ile inkâr etmenin aynı olmadığını anlar. Aklın şükretmeyi zorunlu kılması ise Allah’ın lutufkârlığını anlamasından ibarettir.[14]
Saffâr, Ebû Hanîfe ve İmam Mâtürîdî’nin görüşlerini takip ederek ilâhî hitap olmasa bile akıllı kimselerin yüce bir yaratıcının var olduğuna ve bir olduğuna inanmalarının gerekli olduğunu, aksi takdirde sorumlu olacaklarını savunmaktadır. Bununla birlikte o, akılla bilinmesi mümkün olmayan ibadetlerle dinî uygulamaları bu kapsamın dışında tutmaktadır. Mu‘tezilî Kādî Abdülcebbâr da aklın bir fiilin iyiliğini bilebileceğini, ancak o fiilin yapılmasının fıkhî hükmünü ise tespit edemeyeceğini savunur. Çünkü yapılması iyi olan bir fiil, hüküm açısından mubah, mendup veya vâcip olabilir. Bu yüzden fıkhî hüküm konusunda akıl herhangi bir hüküm vermeyerek, bunu nakle bırakmak zorundadır.[15]
KAYNAK: Demir, Abdullah. Ebû İshak es-Saffâr’ın Kelâm Yöntemi. İstanbul: İSAM Yayınları, 2018.