
* Demir, Abdullah. Ebû İshak es-Saffâr’ın Kelâm Yöntemi. İstanbul: İSAM Yayınları, 2018.
Felsefe tarihinde İlkçağ ve Ortaçağ boyunca önce varlığın gerçekliği, daha sonra ise müstakil bir disiplin olarak olmasa da bilgi konusu ele alındı. Bu durum modern felsefeyle birlikte XIX. yüzyılın ortalarından itibaren değişikliğe uğradı. Bu dönemde önce özel bir disiplin olarak bilgi felsefesiyle daha sonra ise varlığın neliği ile ilgilenildi.[1] Tarihsel süreçte bilgi konusu kapsamında “Bilinebilecek bir varlık var mıdır?” ve “Objeler hakkında edinilen algılar gerçeğe uygun mudur?” sorularının yanıtları arandı. Zira varlığın ve objelerin gerçeklikleri kabul edilmeden onların bilinmesinden de söz edilemezdi. Dolayısıyla bilgi, ancak objelerin gerçekliği kabul edildikten sonra izah ve ispat edilebilir olmaktadır.
Bilgi, kelâm tarihinde ise ilk defa Mu‘tezile’nin öncülüğünde tartışılmaya başlandı.[2] Bu konu, daha sonra İmam Mâtürîdî (ö. 333/944)[3] ve Eş‘arîler’den Bâkıllânî ile (ö. 403/1013) birlikte müstakil olarak konu edildi.[4] Saffâr, bilgi konusuna varlığın gerçekliğini ve bilginin imkânını izah ettikten sonra giriş yapmaktadır. Bu konuya yaklaşık olarak sekiz sayfa ayırmıştır. Bu kısımda objelerin ve bilginin gerçekliğini kabul etmeyen kişilerin ve grupların görüşlerini aktarmakta ve iddialarını cevaplandırmaktadır.[5]
İmam Mâtürîdî ile birlikte Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Ebü’l-Muîn en-Nesefî, Mahmûd b. Zeyd el-Lâmişî, Ömer en-Nesefî ve Sâbûnî gibi Mâtürîdî kelâmcıları da bilginin imkânını tartışmaya açan sofistlerin iddialarını çürütmeye gayret etmişlerdir.[6] Bununla birlikte Ebü’l-Yüsr el-Pezdevî, Lâmişî ve Saffâr, varlığın gerçekliği ve bilginin imkânı konularını, bilgi tanımından önce ele alarak aynı anlayıştaki kelâmcılardan farklı bir sıralama benimsemişlerdir.[7] Kelâm eserlerine varlığın gerçekliği ve bilginin imkânı konularıyla başlanılması, sonraki dönem Mâtürîdî kelâmcılarınca da kabul görmüştür.[8]
Mâtürîdî kelâmcısı Saffâr, akıl sahiplerinin objelerin gerçekliğini ve bilginin imkânını ittifakla kabul ettiklerini belirtir. Onun ifadesine göre Sûfestâîler denilen ve kendilerini cahilliğe vuran (mütecâhil) bir felsefî akım, bu gerçeği reddetmektedir.[9] Onun kastettiği akım, milâttan önce VI ve V. yüzyıldan itibaren dikkat çeken Yunanlı sofist filozoflardır. “Bilgili kişi” anlamındaki sofist nitelendirmesi, Antik Yunan’ın ilk dönemlerinde siyasette yararlı olmayı öğreten kimse, daha sonraları ise söz söyleme sanatı (retorik) üzerine ders veren bilge hatipler için kullanıldı. Bu kelimeye aşağılayıcı bir anlam yüklenmesi, sofistlerin bilgi anlayışlarında rölativist olmalarından kaynaklanır. Onlara göre her şeyin değişim halinde bulunması ve algıların kişinin algılama durumuna göre değişmesi, ittifakla doğru kabul edilecek objektif bilgiye ulaşmayı imkânsız kılmaktadır. Sofistlerin en meşhuru Protagoras’tır (m.ö. 420). Bu akımın ortaya çıkmasında eski Yunan’daki çeşitli ekollerin varlık ve bilgi konularında farklı, bazan da birbirine zıt düşünceler ileri sürmeleri etkili olmuştur.[10]
Saffâr, Sûfestâîler’i, savundukları görüşlere göre grup adı belirtmeden üçlü bir sınıflandırmaya tâbi tutar. Sofistlerden ilk grup, varlığı ve bilgiyi temelden yok sayarak varlığın ve bilginin gerçekliğini inkâr edenlerdir. Bu grup, sofistlerden Gorgias (m.ö. V. yüzyıl) tarafından temsil edilmektedir[11] ve ilerleyen süreçte kelâm eserlerinde İnâdiyye (septikler) olarak anılmaya başlanmıştır.[12] Saffâr’a göre bunlarla konuşulacak ortak bir zemin olmadığı için bu akıma karşıya muhatap almamaya da tartışmaya zemin oluşturmak için en azından acının gerçekliğini kabul ettirmeye dönük dövme eyleminde bulunma şeklinde iki tutum takınılabilir.[13] O, her iki tutumla ilgili Ebû Hanîfe’den uygulama örnekleri aktarır.[14]
Bu gruba karşı kullanılabilecek mantıkî tutarlılığa ve dil inceliklerine dayanan bir itirazı da dile getirir ve görüşlerini tartışma üslûbu içinde savunur. Buna göre sofistlere, “Objelerin gerçekliğini reddetmeniz gerçek mi?” diye sorulmasını tavsiye eder. Çünkü onlar bu soruya “Evet” şeklinde cevap verirlerse, en azından bir konuda gerçekliği kabul ettikleri için çelişkiye düşmüş olacaklardır. Yanıtları “Hayır” olursa, objelerin varlığını kabul etmiş olacakları için görüşlerini yine kendileri tarafından çürütülmüş olacaktır.[15] Saffâr’ın sofistlere karşı uygulanmasını istediği yöntemi, Mâtürîdî kelâmcısı Hüsâmeddin Siğnâkī de (ö. 714/1314) aynen aktarmaktadır.[16]
Sofistlerden diğer grup, varlığın ve bilginin gerçekliğini kabul etmekle birlikte bilinemeyeceğini ileri sürerek bir yargıda bulunmadan çekimser bir tutum (tevakkuf)benimseyenleri kapsar.[17] Bu düşünce; Pyrrhon (m.ö. 272), Karneades (m.ö. 129) ve Sxtos Empeirikos’ta (m.ö. 210) bulunur. Meselâ Pyrrhon’a göre her sav için birbirinin karşıtı olan ve güçte birbirine eşit bulunan iki kanıt ileri sürülebilir. Bütün bunlar, insanların hiçbir şeyden emin olamayacağını ve hiçbir konuda kesinliğe ulaşamayacağını gösterir. Bundan dolayı, bilge kişiye düşen görev, görünüşün gerisindeki gerçeklik üzerine konuşmak, varlığın idealardan ya da maddeden ve formdan meydana geldiğini söylemek yerine, bu türden anlamsız spekülasyonlardan vazgeçmek ve hiçbir konuda hüküm vermeyerek, yargıyı askıya (apatheia/epokhe) almaktır.[18] Bu akıma, kelâm eserlerinde “lâedriyye” (şüpheciler-agnostikler)adı verilir.[19] Saffâr, bu gruba, “Siz kendi varlığınızdan şüphe ediyor musunuz?” sorusunun yöneltilmesini, eğer “Hayır” cevabını verirlerse, kendi görüşlerini çürütmüş olacaklarını; “Evet” yanıtı verirlerse, ilk gruba karşı kullanılacak yöntemlerin bunlara da uygulanması önerir.[20]
Saffâr’ın bahsettiği son sofist akım, nesnelerin ve bilginin gerçekliğinin objektif olmadığını kişilerin inançlarına bağlı olarak değiştiğini ileri sürenlerdir.[21] Bu grubun öncüsü, sofistlerden Protagoras’tır (m.ö. 420). Ona göre insan her şeyin ölçüsüdür, mutlak ve değişmez bir hakikat yoktur. Bilgi ve hakikat bireyin algılarına, toplumsal, kültürel ve kişisel eğilimlerine göre değişir. Her sanı doğrudur, hiç kimse yanlış bir şey düşünemez. Duyularımızın ötesinde, algılanamayan ve dolayısıyla bilinemeyen bir gerçeklik de yoktur.[22] Bu şekilde düşünenler, sonradan kelâmcılar tarafından “indiyye” (izâfiyye-rölativistler)adıyla anıldı.[23] Saffâr’a göre sofist grupların bilgi anlayışları, birbirleriyle çelişmektedir. Dolayısıyla bu iddiaların hiçbirisinin ehl-i hakkın bilgi anlayışı karşısında değeri yoktur.[24]
Sofist akımların görüşlerini reddeden Saffâr, onların gerekçelerini de aktarır:
- Bilgilerin bir kısmı insanın kabullerine dayanmaktadır. Oysa insan gayret sarfederek bir hükme ulaştıktan sonra bu görüşünden vazgeçebilmektedir. Eğer ilk görüş doğru ise ondan dönülmemesi gerekirdi. Eğer ilk görüşten vazgeçilmişse ikinci görüşten de dönülebilir. Bu durum, sonsuza kadar devam edebilir. Bu sebeple ulaşılan bilgilerin kesin ve son gerçek olduğu söylenemez.
- Bilgilerin bir kısmı duyularla edinilmektedir. Halbuki safra hastalığına yakalanan kişinin tatlıyı acı bulması, gözü rahatsız olan kimsenin teki çift görmesi veya rüyada imkânsız şeylerin görülmesi gibi duyumlar, insanı yanıltabilmektedir. Bu sebeple duyu organlarına dayanılarak gerçek bilgiye ulaşılamaz.
- Akla ve duyulara dayanan bilgiler çelişkili ise gaybî konularla ilgili bilgilere hiç güvenilemez.
Saffâr, yanlış kıyasa dayandığını belirttiği bu iddiaları ayrıntılı şekilde cevaplar. Öncelikle kitap, sünnet ve icmâ gibi kesin delillere dayanan itikadî hükümlerde değişikliğin söz konusu olmayacağını belirtir. Kesin delil bulunmayan ve bu sebeple de kıyas ve içtihat gerektiren konularda ise farklı sonuçlara ulaşılmasının mümkün ve normal olduğunu belirtir. Ona göre fıkıh alanına mahsus bu durum, hiçbir konuda kesin hükme ulaşılamayacağı şeklinde yorumlanmamalıdır. Dolayısıyla itikadî alanda kesin bilgiye ulaşılamayacağı iddiası isabetli değildir. Saffâr bu cevabıyla kesin delillere dayanan itikat alanıyla farklı görüşlerin olabileceği fıkıh alanını birbirinden ayırmaktadır. Ona göre itikat alanında kesin delillere dayanılarak sonuca ulaşılır ve bu sonuç zaman içinde değişiklik göstermez. Bu bakış açısının sonucu olarak akla dayanılarak kesin olarak bilinen konularda nesih iddiasını kabul etmez. Duyusal bilgi hakkında ise gözü sağlam olan kişi ile şaşı olan veya uyku hali ile reel dünya birbirinden farklıdır. Bunlar birbirine kıyaslanamaz. Farklılığı açık olan kişi veya durumların birbirine kıyaslanması yanlış sonuçlar doğurur.[25]
Sofistlerin iddiaları benzer bir yaklaşımla diğer Mâtürîdî kelâmcılarınca da aktarılır ve eleştirilir. Bununla birlikte “insanın, başının koptuğunu ve kucağına düştüğünü görmesi” gibi rüyaları öne sürerek duyu organlarına güvenilemeyeceği iddiasını, Mâtürîdîler içinde İmam Mâtürîdî ve Saffâr cevaplandırır.[26] Gazzâlî de, “rüyada görülen olayların uyanılınca yok olduğu, benzer şekilde ‘uyanığız’ denilen dünya hayatının da aslında uyku gibi olabileceği” vesvesesine kapıldığını belirtir. O bu vesveseden Allah’ın kalbine attığı nurla kurtulduğunu ifade eder.[27]
Saffâr, bu iddiaları kıyas yönteminin belli şartlara uyması gerektiğini öne sürerek ve akla dayanarak reddetmektedir. Oysa Gazzâlî “Allah’ın kalbine attığı nurla kurtulduğunu” belirterek ilhamî bilgi ile doğrunun anlaşılacağını benimsemiş, bu tercihi onu tasavvufa ve ilhamî bilginin üstün olduğu kanaatine yaklaştırmıştır. Oysa Saffâr aklî bilgiye güvenilmesi gerektiğini ısrarla savunur. Bu açıdan Saffâr, kelâmın bilgi anlayışına sadık kalmış ve yaşadığı dönemde etkin olan tasavvufa mesafeli duruşunu sürdürmüştür.
Saffâr’ın sofistlerin düşüncelerini isim belirtmese de üçlü tasnifle aktarması, diğer Mâtürîdî kelâmcılarına nispetle[28] konuyu daha iyi değerlendirmesine ve aktarmasına imkân sağlamıştır. Zaten sonraki süreçte sofistlerin görüşleri ele alınırken üçlü tasnifin kullanılması ve grupların lâedriyye, indiyye” ve “inâdiyye” şeklinde adlandırılması yaygınlaşmıştır.[29]
Saffâr, bilginin imkânı başlığı altında Eflâtun’un da aralarında bulunduğu bazı Yunan filozoflarına atfettiği bir görüşü de eleştirir. Bu görüşe göre sürekli değişime mâruz bu âlemden hareketle gerçek bilgiye ulaşılamaz. Asıl bilgiler, “akliyyât”la ilgili olanlardır. Bilindiği gibi Eflâtun, devamlı değişim geçiren bu âlemin gerçekliği bulunmadığını, asıl gerçekliğin “idealar âlemi”nde olduğunu, oluş ve bozuluşa tâbi bu âlemden hareketle bilgiye değil sanıya (doxa) ulaşılabileceğini, bilginin ise düşünceyle elde edileceğini savundu.[30]
Saffâr, varlıkların niteliklerinde değişiklik olduğunu kabul etmekle birlikte bu değişikliklerin objelerin aslını ve varlığını ortadan kaldırmadığını düşünmektedir. Ona göre varlıkların uzun süre mevcudiyetlerini sürdürmeleri ve bunun gözlemlenebilmesi, objelerde görülen değişikliklerin bilginin imkânını ortadan kaldırmadığını ispatlamaktadır.[31] Dolayısıyla âlemdeki değişim ileri sürülerek reel dünyanın bilgiye konu ve temel olması reddedilemez. Saffâr’ın anlayışına göre hem hissî, hem de aklî bilgi önemlidir ve kendi bilgi alanları bulunmaktadır. Bir bilgi kaynağına dayanılarak diğerini önemsizleştirmek doğru ve isabetli değildir.
Saffâr, bilgi anlayışında objeler dünyasının gerçekliğini kabul ettiği için “realist” ve objeler hakkında gerçeğe uygun bilgi edinmenin imkânını savunduğu için de felsefî mânada “dogmatik”tir. O, varlığın gerçekliğini ve bilgi edinmenin imkânını savunmak suretiyle bilginin imkânından şüphe eden septik ve rölativist akımları reddederek sağlam bir temel oluşturmayı ve buradan hareketle Allah’ın varlığı gibi kelâmî konuları açıklamayı hedeflemektedir.
KAYNAK: Demir, Abdullah. Ebû İshak es-Saffâr’ın Kelâm Yöntemi. İstanbul: İSAM Yayınları, 2018.