Şubat 23, 2025

Mucizenin Nübüvvete Delâleti

* Doğan, Hacı İsmail Doğan. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’den Nûreddin es-Sâbûnî’ye Peygamberlik Anlayışı. Ankara: Oku Okut Yayınları, 2024. https://yayin.okuokut.org/catalog/book/62

Mucizenin nübüvveti ispat etmesi hususunda Ehl-i sünnet kelâmında ittifak olmakla birlikte nübüvveti ispat için tek delil, mucize değildir. Ayrıca mucize insanların iman etmelerini sağlamak için yeterli de değildir. Her iki kelâmcı, mucizelerin nübüvvete delâleti hususunda benzer kanaatlere sahip olmakla birlikte getirdikleri deliller açısından aralarında küçük farklılıklar söz konusudur.

Mucize konusunda oldukça teferruatlı açıklamalara yer veren Mâtürîdî’ye göre mucize nübüvvetin olmazsa olmazı değildir.[1] Mucize hiç kimseyi imana zorlamaz ve tahakküm altına almaz. Çünkü iman bir ihtiyar ve tercih işidir.[2] Bu sebeple olsa gerek o, hissî mucizelerin detaylarına girmeyi çoğu zaman gerekli görmez.[3] Mucize gösterildiğinde muhatap olan insanların iman etmeleri de garanti değildir. Nitekim “Eğer gelmesi sebebiyle dağların yürütüldüğü veya yerin parçalandığı yahut ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı (yine inanmazlardı).”[4] buyurarak bu hususa dikkat çekmiştir.[5] O, mucizeleri bir realite olması itibarıyla savunur.[6] Ancak hak peygamberlerin kavimleri, peygamberleri hiçbir mucize göstermese bile onların doğruluklarına şahitlik etmişlerdir.[7] Ona göre mucizeler, peygamberlerin insanlara söyledikleri sözlerde ve verdikleri hükümde doğru ve âdil olduklarının açıklamalarıdır. Çünkü onlar Allah’a ibadet ve itaate çağırmışlardır. Bu da her sağlam aklın ve selim yaratılışın gerekli kıldığı bir durumdur. Mucizelere olan ihtiyaç, peygamberlerin sözlerinde doğruluk ve verdikleri hükümlerde âdil olduklarını göstermekten başka bir şey değildir.[8]

Mâtürîdî’nin mucizelere bakışı noktasında en fazla ön plana çıkan husus, mucizelerin sayısı ve büyüklüğünün, tek başına nübüvvetin ispatı ve tebliğin kalplerde tesiri için noktasında etkili olamayacağı şeklindeki düşüncesidir. O, “Şundan emin ol ki (Resulüm!) Ehl-i kitaba her türlü delil ve mucizeyi getirsen yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine dönecek değilsin…[9] âyetinin bu kanaati için açık bir delil olduğunu ifade eder.[10] Bu durumda, mucizelerin insanları imana mecbur bırakması gibi bir durum yoktur. İman tercih işidir. Kişi, delil güçlü olsa bile iradesini imandan yana kullanmayabilir. Ona göre “Eğer (istedikleri gibi) onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler.[11] âyeti bu durum için açık bir delildir. Aynı şekilde “Biz istesek onlara gökten bir mucize indiririz de derhal ona boyun eğerler.[12] âyeti de bunu ispat eder.[13] Ancak Allah, insanı irade kullanan bir varlık (halife) olarak yaratmıştır. Sonucuna katlanmak şartıyla iradesini istediği yönde kullanmakta serbesttir. Kalbin bir eylemi olan iman için dış baskı etkisizdir.

Mâtürîdî, mucizelerin insanları imana mecbur bırakmayacağı iddiasını daha ileri bir safhaya taşır. Ona göre kıyamet gibi en büyük mucizeyi yaşayan kâfirler, kıyametten sonra yeniden dirilseler dahi iman etmezler. Nitekim, “Geri gönderilseler bile, yine kendilerine yasaklanan şeylere döneceklerdir.[14] buyurarak bu durumu ortaya koymaktadır. Başka bir âyette de şöyle buyurmaktadır: “Sonra ‘Rabbimiz Allah’a and olsun ki biz ortak koşanlardan değildik.’ demekten başka beyan edecekleri bir mazeretleri olmadı.”[15] Onlar kıyameti ve azabı gördüklerinde hemen yalana sarılırlar. Bu da göstermektedir ki mucize onların zorla iman etmelerini sağlamamaktadır.[16]

Mucizelerin peygamberlerin gönderildikleri kavimlerin sosyal, kültürel, edebi ve teknolojik özelliklerine uygun tarzda tecelli ettikleri şeklindeki genel kanaate Mâtürîdî’nin katıldığını görüyoruz. O, şöyle demektedir:

Mûsâ döneminde sihir yaygın bir durumdu ve insanlar söz konusu devirde sihir yapmaktaydılar. Dolayısıyla Hz. Mûsâ peygamberliğine kanıt olarak o, insanların yapmış oldukları türden mucizeler getirdi ki onlar, bu hadiselerin; onların güçlerinin üstünde olması dolayısıyla sihir olmadıklarını, aksine semavi bir mucize olduklarını bilsinler. Aynı şekilde Hz. Îsâ’nın getirmiş olduğu mucizeler de kavminin yapmış olduğu türden olaylardır. Bunlar da tıp ilmiyle ilgilidir. O da tıp türünden mucizeler getirdi ki onun bunları Allah katından öğrendiğini bilsinler.[17]

Mâtürîdî’ye göre her peygamberin diğer peygamberlerde olmayan bir hususiyetleri vardır. Hz. Mûsâ’nın Allah ile doğrudan konuşması[18] ona mahsus bir şeydir. Çünkü Allah’ın gönderdiği her peygamberin başkasında bulunmayan, sadece kendisine has bir özelliği vardır. İşte bu da Hz. Mûsâ’nın hususiyetidir. Zira Cenâb-ı Hak orada hiçbir vasıta ve elçi olmaksızın kendisiyle konuşmuştur. Diğer peygamberlere ise gönderdiği vahiylerle veya elçiler vasıtasıyla konuşmuştur.[19] Aynı şekilde Hz. Süleyman’ın emrine sabahleyin bir aylık akşamleyin bir aylık yol alan rüzgârı vermesi, cinleri maiyetine tahsis etmesi, Hz. Dâvûd’a demiri eritmeyi öğretmesi, dağların onunla birlikte tesbihatta bulunması[20] onların şahıslarına münhasır mucizelerdir. Hâsılı her peygamberin bir konuda kendisine mahsus olan ve başkasında bulunmayan bir özelliği vardır.[21]

Peygamberlerin aynı mucizeleri göstermesinin beklenmesi Mâtürîdî’ye göre doğru değildir. Bir başka ifadeyle önceki peygamberlerin getirdiği mucizeleri göstermesini Hz. Peygamber’den isteyen müşriklerin talebi, ona göre mâkul ve mantıklı değildir. Zira “Hz. Peygamber’in aynı mucizeyi getirmesi gerekmiyordu, onun yapması gereken onların tabiatına ve örfüne uygun bir mucize getirmesiydi. Bütün peygamberler aynı mucizeyi değil, aksine farklı farklı mucizeleri getirmişlerdi.”[22]

Genel anlamda nübüvvete özel anlamda mucizelere karşı çıkan kişi ve akımların düşüncelerini ifade edip cevaplar veren Mâtürîdî, Hz. Peygamber’in mucizeleri üzerinde ayrıca durmaktadır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi o, hissî mucizelerin üzerinde çok fazla durmaz ve detaylarına girmez.[23] O, mucizeleri aklî, hissî ve haberî (bilgi) mucizeleri olmak üzere üç başlıkta değerlendirir. Ona göre Resulullah’ın mucizelerin büyük bir kısmı aklî ve haberi mucizelerdir.[24] Öncelikle şunu belirtelim ki Peygamberimizin hissî mucizeleri noktasında onun metodu, Kur’an’da yer alan hususların iman konusuna dahil edilmesi, ahad haberlerle gelen mucizeler hususunda ise tevakkuf etmek şeklindedir. Mucizeleri özellikle inatçı ve kibirli insanların iman etmesi için bir vasıta olarak gören Mâtürîdî’ye göre peygamberler yaşantıları ile esasen kendilerine yönelik her türlü itirazı boşa çıkarmışlardır.

Mâtürîdî’ye göre İsra ve Mîraç mucizeleri hissî mucizelerdir. Hissî mucizeler Allah’ın, peygamberliklerini teyit için verilmiştir.[25] “Zira şüpheyi yok etmede ve vesveseyi ortadan kaldırmakta daha çok etkilidir. Zira hiç kimse bilgi edinme yolu, duyu ve gözlem olan konularda şüphe etmez. Çoğunlukla şüpheler ve vesveseler aklî bilgilerde ortaya çıkar. Zira hiç kimse, kendisinin kendisi olduğundan şüphelenmez. Aziz ve Celîl olan Allah, resulüne, insaflı kimselerin kabul edip iman etmesine ve Resulullah’ın Allah’ın elçisi olduğunu ikrar etmesine mecbur edecek hissi mucizeler göstermek istediği için “İsra ve Miraç mucizesi” gerçekleşmiştir.”[26]

Mâtürîdî, Ay’ın yarılması (inşikâk-ı kamer) ile ilgili olarak[27], ehl-i tevilin çoğunluğunun, bu olayın Hz. Peygamber Dönemi’nde vuku bulduğunu söylediklerini belirterek onların görüşüne katıldığını hissettirir. Mâtürîdî bu hususta şu rivayeti aktarmaktadır: Abdullah b. Mesûd’un aktardığına göre “Resulullah ile beraber Mina’da idik, birden ayın yarıldığını gördük, bir parçası dağın arkasına geçmişti. Bunun üzerine “Şahit olun, şahit olun!” buyurdu.”[28] İbn Mesûd’un dışında, – Allah hepsinden razı olsun – Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Abbâs, Enes b. Mâlik, Huzeyfe, Cübeyr b. Mut’ım gibi sahâbe-i kirâmdan bir cemaatin da ayın yarıldığını gördükleri rivayet edilir.[29] Mâtürîdî, Ay’ın yarılması gibi olağanüstü bir olayın, sınırlı sayıda sahabiden rivayet edilmesi sebebiyle, hâlihazırda gerçekleşmiş bir olay değil, ileride gerçekleşecek bir hadise olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade edenlerden bahsetmektedir.[30] Ancak o, bu görüşe katılmaz. Ona göre “Bu hadis, hâsdan âmma dönüşerek tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu mesele Müslümanlar arasında yayılmış, o kadar ki bu hadisi duymayan çok az kişi kalmıştır. Ay’ın yarılması hadisesinin az sayıda sahabiden gelmesinin birtakım sebepleri olabilir. Allah’ın çevre halkının onu görmesini bulutlarla engellemiş olması yahut bazı işlerle onları meşgul ederek görmekten alıkoyması mümkündür. Cenâb-ı Hak, çevredeki bazı karıştırıcıların, onu kendisinin yaptığını iddia etmemesi ve Hz. Peygamber’in peygamberlik davasının yalana dayandığını ileri sürmemesi için böyle yapmış olabilir. Allah’ın onu, mucizeyi açıkça söyleyecek kişiler hariç çevre halkından gizlemiş olması da muhtemeldir, nitekim kâfirler onu gizlemişler, ashâb-ı kiram ise görmüşler ve nakletmişlerdir.”[31] Mâtürîdî’nin bu açıklamaları ile şakku’l-kamer mucizesinin kabul ettiği anlaşılmaktadır.

Mâtürîdî’ye göre Hz. Peygamber’in getirdiği mucizelerin tamamı veya çoğunluğu aklî ve haberî mucizelerdir.[32] Resulullah’ın en büyük hissî mucizesi ne İsrâ ve Mirac ne de Şakku’l-kamer’dir. En büyük hissî mucize, Hudeybiye Seferi’nde vuku bulmuştur. Hz. Peygamber ve yanındaki ashabı sefer esnasında susuz kalmışlardı. Hz. Peygamber’e bir tas su getirilmiş o da önce abdest almış sonra da o tasa elini daldırıp çıkardığında parmaklarından bin beş yüz civarındaki ashabın hepsinin su ihtiyacını karşılayacak derecede su fışkırmıştı. Bu mucize Hz. Muhammed’in en büyük hissi mucizesi idi.[33]

Hz. Peygamber’in en önemli mucizesinin Kur’an-ı Kerim olduğu hususunda başta Mâtürîdî olmak üzere tüm âlimlerin ortak bir kanaati söz konusudur.[34] Kur’an-ı Kerim, edebi sanatların ileri seviyede olduğu bir topluma indirilmek suretiyle, indirildiği toplumdaki insanlara âdeta meydan okumuştur. İnsanlardan Kur’an’ın bir benzerini[35] yahut benzer on sure[36] yahut da sadece bir sûresini[37] getirmesi, hatta insan ve cinlerin bir araya gelerek bir benzerini yapmaları[38] istenilerek onun mucize olduğu pekiştirilmiştir. Kur’an’ın bu meydan okuması (tehaddî) karşısında dönemin edip ve şairleri çaresiz kalmış ve onun benzerini getirememiştir. Şayet onlar benzerini getirebilselerdi mutlaka ortaya çıkarırlardı.[39]

Ona göre onların böyle bir sure meydana getirmekten kaçınmaları, Kur’an’ın uydurulmuş olmadığını, semavî bir kitap olduğunu bildiklerini gösterir.[40] Müşriklerin Hz. Peygamberden birtakım mucizeler göstermesi istendiğinde “Kendilerine okunan bu Kitab’ı sana göndermiş olmamız onlara yetmiyor mu?[41] buyrulması Kur’an’ın mucizelerin en büyüğü olduğunu ortaya koyar.[42] Müşriklerin Kur’an’ın uydurulduğunu iddia etmeleri üzerine inen onun bir benzerini getirmelerinin istendiği âyeti Mâtürîdî şöyle yorumlamaktadır:

Yoksa ‘Kur’an’ı kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Ey Muhammed! Sizin iddianıza göre şayet onu ben uydurmuşsam, hadi siz de onun gibi uydurulmuş on sure getirin! Siz uydurmayı Muhammed’den daha iyi becerirsiniz. Çünkü siz kendinizi yalana ve iftiraya alıştırmışsınız. Muhammed’in ise ne yalanını gördünüz ne de iftirasını! Kendini yalana ve iftiraya alıştıran biri, onu böyle bir şeyi hiç tanımayandan daha iyi becerir. Onun gibi on sure getirin! Şayet onu kendi kafasından uydurdu iddianızda doğru söylüyorsanız Allah’tan başka cinlerden ve insanlardan çağırabildiğiniz şahitlerinizi de çağırın, onun gibisini getirmek konusunda size yardım etsinler! Yahut şöyle buyuruyor: Onun gibi uydurulmuş on sure getirin! Allah’tan başka taptığınız putları da çağırabildiğiniz kadar yardıma çağırın! Eğer Kur’an’ı onun uydurduğu iddianızda doğru söylüyorsanız. Siz Muhammed’le aynı dili konuşuyorsunuz, şayet Allah’a iftira edip Kur’an’ı kendi kafasından uydurdu ise siz de onun gibi uydurabilirsiniz. Hadi öyleyse siz de bir sure getirin, hem aynı dili konuştuğunuz kişileri de çağırın ve onlar da size yardım etsinler.[43]

Bu meydan okuma Mâtürîdî’ye göre Kur’an’ın mucize oluşunun delillerindendir.

Yine ona göre Hz. Peygamber’in yetim ve fakir biri olması,[44] Kur’an’ı onun icadı olduğu iddiasını boşa çıkarır. Yetim ve fakir olan birinin, ilim ve marifette benzerini ortaya koymada bütün beşeriyeti âciz bırakacak bir seviyeye ulaşması ve Kur’an gibi kelâmı kendisinin inşa edip ortaya koyması mümkün değildir. Çünkü bunun için gerekli malî harcamayı yapmaya, böylesine mükemmel bir düzeye ulaşabilmek için gerekli eğitim ve benzeri külfeti üstlenmeye durumu müsait değildir.[45] Dolayısıyla bu durum, Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu ve mucizevi bir kitap olduğunu ortaya koymaktadır.

Ayrıca Kur’an’ın “Kalplerdeki hastalıklara şifa olması[46] onun mucizevi bir kitap olduğunun kanıtıdır. Ona göre bedenleri yok eden veya helak eden hastalıkların ilaçları olması gibi dinî konulardaki hastalıkların şifası ve ilacı da Kur’an’dır. Tıpkı ilaçların, bedenlerin afetlerini ve hastalığını giderdiği gibi, Kur’an’da din konusundaki hastalıkları giderir. Bundan dolayı Allah gönüllerdeki hastalıkları iyileştirdiği için Kur’an’a öğüt ve şifa diye isim vermiştir.[47]

Sayıları çok az olsa da Kur’an’ın mucize olmasına itiraz eden kişi ve gruplar vardır. Bunlardan biri Ebû İsa el-Verrâk’tır. Mâtürîdî’nin nübüvvet bahsinde en çok eleştirdiği kişi olan Verrâk’a göre Arapların belagat bakımından farklı konumda bulunmaları, tefekkür ve ilim erbabı olmamaları hasebiyle ve savaş ve benzeri sebeplerle Kur’an’ın benzerini yapmak için vakit bulamamışlardır.[48] Nazzâm’a ve taraftarları Kur’an’ın mana bakımından mucizevi olduğunu kabul etmekle beraber edebi açıdan mucizevi olmadığını hatta sıradan olduğunu iddia ederler.[49] Ebû Bekir er-Râzî’ye nispet edilen bir görüşe göre o Kur’an’ın bir benzerini değil binlerce benzerini getirmek mümkündür.[50]

Kur’an’ın mucize olma hüviyetini ihlal olarak değerlendirilebilecek görüşlere sahip gruplardan biri de Karmatîler’dir.[51] Onlara göre Kur’an, Hz. Muhammed’e mana olarak vahyedilmiştir. Harflere ve cümlelere ise Hz. Peygamber tarafından dökülmüştür. Mâtürîdî’ye göre “Allah’ın size lütfettiği nimeti, öğüt vermek için indirdiği kitabı ve hikmeti unutmayın.”[52] ifadeleri, ilahi kelâmın vahye dayandığını ispat eder.[53]

Mâtürîdî’nin benzer iddiaları aynı kelimeler ilen Bâtıniler için de dile getirdiğini görüyoruz.[54] Bâtınilere göre Kur’an, Hz. Peygamber’e şu an okuduğumuz lafızlarla inmemiştir. Resulullah’ın kalbine ilhâm olmuş, o da Arap diliyle ifade etmiştir.[55] Daha açık ifade etmek gerekirse Bâtınilere göre Kur’an kelimelerden oluşan cümleler hâlinde indirilmemiştir. Kur’an Hz. Peygamber’in kalbine tıpkı bir vehim gibi mana olarak indirilmiştir. Sonra o da Kur’an’ı zihninde tasvir etmiş ve diliyle kelimelere dökmüştür. Öyle bir telif yapmış ki başkaları benzerini yapmaktan âciz kalmıştır.[56] Mâtürîdî bu iddiaların doğru olmadığını şöyle izah eder:

Tam aksine, Kur’an, Resulullah’a telif edilmiş olarak ve cümleler hâlinde indirilmiştir. Kur’an’ın telifi, Hz. Peygamber’in fiilinin bir sonucu değildi. “Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma![57] mealindeki âyet, Kur’an’ın hem mana hem de lafız olarak indirildiğinin doğruluğuna dair delildir. Kur’an’ın telifi, Hz. Peygamber’in eliyle olsaydı indirilirken telâşla dilini kımıldatmazdı. Çünkü Kur’an vehim (hayal) gibi olsaydı onu zihninde tasvir etme ihtiyacı duyardı. Sonra da düşünmenin ardından telife ulaşır ve dil ile ifade edilmesi mümkün olurdu. Dili kıpırdatmak ancak telif ve tanzim edilmiş metinlerde söz konusu olur. Bu delille, Kur’an’ın bu şekilde telif ve tanzim edilmiş olarak indiği ortaya çıkar.”[58] Öte yandan Allah “Anlayabilesiniz diye biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik.”[59] buyurmaktadır. Bu âyet, Kur’an’ın Arapça olarak indiğini ispat eder. Kur’an’ı, Arapça olarak Cibrîl indirmiştir. Ayrıca bu durum onların iddia ettiği gibi olsaydı, Kur’an’ın “benzeri yapılamaz” niteliği temelinden sarsılırdı.[60]

Bâtınilerin Kur’an’ın nazil oluşuna yönelik bir diğer iddiaları ise şöyledir: “Allah beşer ruhuna ne kitap ne de peygamberlik vermiştir. Bunu ancak peygamberlerin kalplerinde ortaya çıkan ruhani bir varlığa (en-nefsü’l-besita) verir. Burhani varlık onları destekler ve sonunda onlarla ülfet eder. Nitekim bir âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “Onu senin kalbine uyarıcılardan olasın diye açık bir Arapça ile Ruhu’l-emin indirmiştir.”[61] Peygamberlerin kalplerine yerleştiği sabit olunca artık onlar kitapları ve sahifeleri kendileri inşa edip yazarlar. Peygamberlerden başka hiç kimse için böyle bir şey düşünülemez. Sonra insanlar bunu onlardan alırlar.” Mâtürîdî’nin bu iddiaya cevabı ise şöyledir: “Allah’ın kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik vermesinden sonra hiçbir insanın kalkıp insanlara ‘Allah’ı bırakıp bana kul olun.’ demesi düşünülemez. Aksine ‘Okuyup öğretmekte olduğunuz kitap gereğince rabbin halis kulları olun!’ der.” âyetiyle[62] Allah; kitabı, hikmeti ve peygamberliği beşere verdiğini haber vermektedir. Aynı şeyi Hz. İsa ‘Ben Allah’ın kuluyum; O, bana kitap verdi ve beni peygamber yaptı.[63] şeklinde beşikte iken söylemiştir.[64] Bu âyetler mananın değil bizzat kitabın peygamberlere verildiğini teyit etmektedir.

Mâtürîdî’nin Kur’an’ın icazına yönelik yapılan eleştirilere karşı sosyolojik ve tarihî bir yaklaşımla cevap verdiğini görüyoruz. Ona göre Kur’an’ın nazil olduğu toplum tevhid inancından uzak, putlara taparken Kur’an’ın vaz ettiği tevhid prensipleri insanların eliyle oluşturulması mümkün olmayan ilkeler barındırmaktadır.[65] Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmeyen bir ümmî olması[66] içinde yaşadığı toplumun edebi anlamda zirvede olduğu bir dönemde, Kur’an’ın benzerinin yapılamayacağına dair meydan okumaya cevap verilememiş olması hatta teşebbüs dahi edilememesi buna güç yetiremediklerinin delilidir.[67]

Kur’an’ın meydan okuyuşu ani olmuştur tarzındaki iddialar, Mâtürîdî’ye göre uygun değildir. Zira onlara yeteri kadar zaman verilmiştir. Nitekim onlar başlangıçta şiirler ile karşılılık vermeye çalışmışlardır. Daha sonra ise Müslümanlara savaş ilan edip can ve mallarını harcamışlardır. Şayet Kur’an’ın benzerini getirmeye akılları kesseydi bunu yapar; savaşa girişmezlerdi.[68] Arapların, Kur’an’ın benzerini yapmaya zamanları olmadığı şeklindeki iddiasının ihtimal dâhilinde olmadığını belirten Mâtürîdî, insanlar bunu yapmak için canlarını ortaya koyarlardı demektedir. Yine ilk savaşın Bedir’e kadar yaklaşık yirmi yıl savaşsız dönemin olduğunu hatırlatan Mâtürîdî, bu zamana kadar bir hayli vakit olduğunu ifade ederek Kur’an’a nazire getirmeye çalışacaklarına dikkat çeker.[69]

Kur’an’ın mucize olmadığını dile getiren Verrâk’a yönelik eleştirilerine devam eden Mâtürîdî, sahte peygamberlerin elinde mucize benzeri hadiseler gerçekleşemeyeceğini ifade eder. Ona göre Allah; birine hiç kimsenin sahip olmadığı bir yetenek verdiği takdirde, onun nübüvvet iddiasında bulunmasına mâni olur. Sahte olarak nübüvvet iddiasında bulunacağını bildiği sahtekâr kimseye ise özel bir yetenek vermez. Ayrıca bir konuda farklı bir gücü olan bir kimse varsa bir başkası onu aşmak ya da aynısını yapmak ister. Oysa mucize doğal sınırları aşan bir eylemdir. Şayet Hz. Peygamber farklı bir güce sahip idiyse bu gücü içinde yaşadığı toplumdan almış olması gerekirdi. Oysa onun toplumu, bundan mahrum idi. Bu realite gösterir ki söz konusu edilen gücü, Allah, peygamberine bahşetmiştir.[70]

Mâtürîdî’ye göre Kur’an’ın mucize olmasının delillerinden biri de parça parça indirilmiş olmasına rağmen üslup bütünlüğünü korumasıdır. Eğer Kur’an insan eliyle telif edilmiş bir kitap olsaydı mutlaka bir kopukluk ve uyumsuzluk barındırırdı. Oysa Kur’an’da böyle durum asla söz konusu değildir.[71]

Kur’an’ın mucize olmasının en bariz delillerinden biri gelecekten haber veren âyetlerin varlığıdır ki bunlar aynen tecelli etmiştir.[72] Mâtürîdî Kur’an’ın gaybdan haber vermesi konusunda, onu tebliğ eden Hz. Muhammed’in hiç kimseden eğitim almadan, o bilgilere sahip olduğu bilinen birisine gitmeden ve hiçbir kitabı incelemeden bu mucizenin gerçekleşmesine dikkat çeker. Mâtürîdî mucize konusunu nübüvvetin içinde değerlendirmektedir. Kur’an’ın mucize oluşuna ayrı bir önem vermektedir. Onun hem fesahat ve belagat açısından icazına dikkat çeker hem de geçmiş ve gelecekten haber vermesini vurgular. Bunlara ilaveten fert ve toplum hayatına yönelik sosyal ve siyasal çözümler getirmesini ve son kitap olması sebebiyle kıyamete kadar ortaya çıkması muhtemel olayların çözümleri üzerinde durur.[73]

Sonuç olarak Mâtürîdî, mucize münkirlerini şiddetle eleştirir. Mucizeyi nübüvvetin tek delili olarak görmez. Peygamberlerin dürüstlüklerinin ve ahlaklarının mucize ile birlikte değerlendirilmesinin doğru olduğunu savunur.[74]

Sâbûnî’ye göre mucize, peygamberlerin doğruluğunu göstermesi bakımından delil sayılır. Ona göre mucizeler Allah’ın fiili olup kulun (peygamberin) bunda hiçbir etkisi yoktur. Mesela asâyı yılana çevirmek ve ölüyü diriltmek gibi mucizeler, Allah’ın fiilleri olup peygamberlerin elinde tecelli etmiştir. Dolayısıyla mucizeler peygamberleri tasdik etmek konumundadır.[75]

Ona göre mucize peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin, iddialarının doğruluğunu ispat için en önemli vasıtadır. İnsanlardan nebî veya resul[76] olan bir kimseye kanıt olarak kendisinde herhangi bir şüphe olmayan katî bir delil olmalıdır. Bu ise ancak peygamberlik iddiasında bulunan kimsenin açık seçik olarak mucize göstermesi ya da mucize gösterdiğine dair mütevâtir bir haber ile olur.[77]

Ona göre peygamberlerin gelişinin caiz olduğu bir zaman diliminde, kadîm ve bir olan ilahın elçisi olduğunu iddia eden ve kemal sıfatlarla muttasıf bir erkek, peygamberlik iddiasında bulunursa onun doğruluğuna delil istenir. Delil ise mucize göstermesidir. Eğer mucize gösterirse onu kabul etmek ve haberini tasdik etmek gerekir.[78] O, burada “gelişinin caiz olduğu” derken peygamber gelmesinin mümkün olduğu zaman dilimini kastetmektedir. Hz. Peygamber’den sonra nübüvvet son bulduğu için bir kişinin bu iddia ile ortaya çıkması artık caiz ve mümkün değildir. Bunun mümkün olduğu zamanlarda bu iddia ile ortaya çıkan kişilerden mucize istenmiştir.

Sâbûnî’ye göre mucizeler iki kısımdır. Birincisi Hz. Îsâ’nın bebekken konuşması gibi[79] alışılmamış bir fiili meydana getirmek. İkincisi ise Hz. Zekeriyyâ’nın normal olan konuşmadan kaçınması gibi[80] alışılmış fiillerden uzak durmaktır. Bunların her ikisi de olağan olana aykırıdır.[81] O, Hz. Muhammed’in peygamberliğinin ispatlanması iki şekilde mümkündür. Bunlardan birincisi aklî mucize, ikincisi ise hissî mucizelerdir.

Onun aklî mucizeden kasdı, Kur’an-ı Kerim’dir. Hz. Peygamber onunla Arap olan olmayan bütün insanlara benzerini yapmalarını isteyerek meydan okumuş,[82] onlar bunu yapmaktan âciz kalmışlardır. Onlar, şayet Kur’an’ın benzerini meydana getirmeye güç yetirebilselerdi; bunu mutlaka yaparlardı. Çünkü kendileri Hz. Peygamber’in iddiasını boşa çıkarmaya ve onun kesin ispat vasıtası olarak kullandığı Kur’an’ın delillerini çürütmeye son derece hevesli idiler. Kur’an’a nazire oluşturulmuş olsaydı mutlaka yaygınlık kazanacak ve bilinecekti.[83]

Sâbûnî daha sonra Kur’an’ın meydan okuması karşısında insanların bir şeyler getirmemesine sebep olarak ileri sürülen hususları ele almakta ve cevaplar vermektedir. İlk olarak savaş ve geçim meşgalelerinin insanları engellemiş olduğu iddiasını ele alan Sâbûnî, bu iddiasının temelsiz olduğunu belirtir. Çünkü Kur’an’ın meydan okuması savaşlardan çok önce gerçekleşmiştir. Ayrıca o dönemde Araplar için kutsal saydıkları şeyleri korumak diğer işlerden daha mukaddes sayılırdı. Dolayısıyla vakit bulamama söz konusu değildir. O dönemin ediplerinin Kur’an’a nazire getirdiklerini Müslümanlar buna ilgi göstermemiş ve Kur’an’ı meşhur kılmışlardır iddiası da yine boş bir iddiadır. Zira o dönemde gayr-i müslimler sayıca daha kalabalıktı ve eğer bir nazire yapılmış olsaydı bunu mutlaka naklederlerdi. Onların Hz. Peygamber’e olan düşmanlıkları, ortada bir nazire olsaydı mutlaka sahiplenmeyi ve nesilden nesile aktarmayı beraberinde getirirdi. Dolayısıyla onlar bir nazire ortaya koyamamışlar ve Kur’an’ın meydan okuması karşısında âciz kalmışlardır.[84] Savaşlar hicretten sonra olmuşken meydan okuma Hz. Peygamber’in gönderilmesinden vefatına kadar devam etmiştir. Ayrıca onların buna güçleri yetse savaşlar ve geçim ile meşgul olmak yerine bu konuya ağırlık verirlerdi ki bu daha kolaydır. Sonuç olarak Kur’an’ın meydan okumasına karşılık imkân ve zamanları olduğu hâlde bundan kaçınmaları yani cevap verememeleri, Hz. Peygamber’in risâlet iddiasındaki doğruluğunu gösterir.[85]

Aklî mucizenin Kur’an olduğunu ve insanların bir benzerini getirmekten âciz kaldığını ifade eden Sâbûnî, Hz. Muhammed’in hissî ve haberi mucizelerini sıralayarak bu mucizelerin Hz. Peygamber’in risâletini ispat ettiğini ifade etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber’in mucizelerinin bir kısmı onun zatında bir kısmı da zatının dışında mevcuttur. Onun mübarek zatıyla ilgili mucizeleri şunlardır: Alnında bir nur parlaması, geçmiş ilahi kitaplarda maddi ve manevi vasıfları ile zuhur edeceği zamanın anlatılması, yaratılışındaki güzelliği ve yüksek ahlakı.[86]

 Hz. Peygamber’in üstün ahlakı hususunda ayrıca duran Sâbûnî, onun ahlakının ne kendinden önce ne de kendinden sonra başka hiç kimsede toplanmadığı kanaatindedir. Yine ona göre Hz. Peygamber bu yüce ahlakı ömrü boyunca muhafaza etmiş; gizli ya da aşikâr, neşeli ya da öfkeli hâlinde hayatının hiçbir safhasında ondan ayrılmamıştır. Öyle ki ona düşmanlık edenler dahi Hz. Peygamber’in güzel ahlakını kabul etmiş, onu eleştirecek bir durum bulamamışlardır.[87]

Sâbûnî hissî mucizelerden Hz. Peygamber’in şahsının dışında olanlar başlığında çok sayıda mucize saymaktadır. Ay’ın yarılması[88], ağacın yürüyüp gelmesi[89], taşın konuşması[90], ağaç kütüğünün inlemesi[91], devenin hâlinden şikâyet etmesi[92] ve kızartılmış koyun etinin zehirli olduğunu haber vermesi[93], Hz. Peygamber’in mucizelerindendir.[94]

Son olarak haberi mucizelere değinen Sâbûnî’nin bu mucizeleri hissî mucizelerin içinde değerlendirdiğini görüyoruz. Ona göre Hz. Peygamber’in geçmişten ve gelecekten haber vermesi onun mucizelerindendir. Geçmişten haber vermesine en güzel örnek peygamberlerin ve geçmiş kavimlerin kıssalarıdır. Hz. Peygamber bu kıssaları Ehl-i Kitap’ın huzurunda söylemiş onlardan itiraz gelmemiştir. Hâlbuki o ne eskilerin kitaplarını okumuş ne de onlarla beraber bulunmuştur. İşte bu durum, onun bu kıssaları vahiy ile söylediğinin ispatıdır. Hz. Peygamber’in geleceğe dair söylediği hususların bir kısmı Kur’an’da zikredilmiştir.[95] Resulullah’ın geleceğe dönük söylediği tüm haberler aynen gerçekleşmiştir. Bedir Savaşı’nda bazı insanların öldürüleceğini haber vermesi, Benî Hanif kabilesi ile İranlıların savaşacağını söylemesi, İran Şahı’nın saltanatının yıkılacağını haber vermesi ve İslam’ın dünyanın her tarafına yayılacağını haber vermesi, onun söylediği gibi vuku bulmuştur.[96]

Sâbûnî’ye göre Hz. Peygamber’in geçmişten ve gelecekten haber vermesi de Resulullah’ın meşhur mucizelerindendir. Geçmiş olaylardan anlaşılması gereken Kur’an’da bahsedilen peygamberlerin ve bazı kavimlerin kıssalarıdır. Hz. Muhammed’in ömrünün sonuna kadar okuma yazma bilmemesi, öncekilerin kitaplarını okumaması ve Ehl-i kitaptan bir kimseyle görüşmemesi, söz konusu kıssaların Allah’ın bildirmesi ile vahyedildiğini ispat eder.[97]

Sâbûnî, Hz. Peygamber’in gelecekten haber verdiği konuların bir kısmının Kur’an’da mevcut olduğunu ifade eder.[98] Bir kısmı ise Hz. Peygamber’in meşhur hadislerinde yer almıştır. Sâbûnî bu hadislere şunları örnek vermektedir: “Ben yeryüzünün doğusu ve batısını gördüm. Ümmetim hâkimiyeti bana gösterilen yerlere ulaşılacak.”[99] Hz. Ammar’a, “Seni azgın bir topluluk öldürecek”[100] buyurması ve Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’yi şehadetle müjdelemesi ve “Benden sonra hilafet otuz yıl sürecek” [101] buyurması.[102]

Sâbûnî, kıyametin alametleri ile ilgili Hz. Peygamberden rivayet olunan haberlerin gerçekleşmesini de onun mucizelerinden sayar ve nübüvvetinin ispatı olarak görür. Ona göre Resulullah’ın “Şöyle şöyle olacak” dediği şeylerin birçoğu gerçekleşmiştir. Hz. Peygamber’in durumu; sözlerinde çelişki olmaması, haberlerinde tenakuz olmaması, Allah’ı zikretmede devamlı oluşu, dünyevî hazlardan uzak duruşu, tebliğinde zorluklara sabretmesi, vakarı, sükûneti ve temizliği ile gelecekten haber veren kâhin ve müneccimlerden farklıdır. Dolayısıyla Hz. Peygamberden rivayet olunan geleceğe dair haberler, onun risâlet ve nübüvvetini ispat eden haberi mucizelerdir.[103]

Sâbûnî, mucizenin peygamberlik iddiasında bulunan kimseden çıkmasını şart koşmaktadır. Çünkü peygamberlik iddiasında bulunan kimsede olağandışı bir fiil çıkabilir ki bu mucize değil, istidrâc olur. Aynı şekilde velî kullarda olağandışı olarak ortaya çıkan şeyler mucize değil, keramettir.[104] O, peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin, “sözlerinin doğruluğuna işaret talep edilmesi gerektiğini” ifade etmektedir. Ona göre Haricîlerden İbâziyye ve Bâtınîlerin, “peygamberlerin sözleri, delil olmaksızın ve duraksamaksızın kabul edilmesi gerekir.” şeklindeki kanaatleri yanlıştır. Zira peygamberler ile sahtekârların sözlerinin durumu – mucize gibi bir delil olmazsa – eşittir. Peygamberlerin sözlerinin doğruluğu ancak mucize ile ortaya çıkar. Her kim nübüvvet iddia edenin sözünü delil olmaksızın kabul etmeyi gerekli görürse Müseylemetü’l-Kezzâb’ın sözlerinin kabulünü de benimsemiş olur ki bu mümkün değildir. Dolayısıyla peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin doğruluğunun ispatı ancak mucize ile olur. İnkârcıların meydan okumasına karşın peygamberlerin, yaratılmışların benzerini getirmekten âciz kaldıkları mucizeler göstermeleri onların doğruluklarını tespit için şarttır.[105]

Sâbûnî’nin mucize ile ilgili bir diğer şartı da peygamberlerin tebliğ ile vazifeli oldukları yerde olması ve kendisinden mucize istendiğinde gerçekleşmesidir.[106] Aksi hâlde kıyamete kadar meydana gelecek olağanüstü olaylardan ayırt etme imkânı olmaz. Aynı zamanda mucizenin, getiren kişinin doğruluğuna delâlet etmesi gerekir. Mucize iddiasında bulunan kimsenin getirdiği olay, sahibini yalanlıyorsa bu mucize değildir. Aksine iddia sahibinin yalancılığının ispatı olur.[107]

Sâbûnî’nin mucize ilgili bir diğer şartı “meydan okuma” (tahaddî) ile birlikte olmasıdır. Zira peygamberlerden sâdır olan her olağanüstü fiil mucize olmaz. Meydan okuma olmaksızın gerçekleşmiş olağanüstü fiiller kerâmet olur. Ona göre mucizenin “İnkâr edenlerin benzerini getirmekten âciz kalacağı şekilde” olması gerekir. Meydan okunan inkârcı mislini getirerek karşılık verirse bu durum, aynı şekilde inkârcının doğruluğuna da delalet eden bir delil olurdu. Hem peygamberin hem de inkârcının gösterdiği olağanüstü fiil aynı olursa delil olması bakımından birbiri ile karışır. Dolayısıyla yalancının, benzerini yapmaktan âciz kalacağı bir fiil mucize olabilir. Çünkü yalancı kimsede bunun gerçekleşmesi hikmet gereği imkânsız olur.[108]

Sâbûnî’ye göre Hz. Peygamber’in en özel mucizesi Kur’an’dır. Çünkü Kur’an, Araplar ve Arap olmayanların bir benzerini getirmekten âciz kaldığı bir kitaptır. Kur’an’ın meydan okuması karşısında, insanlar çok çaba göstermelerine ve ellerinden geldiğince canlarını ve mallarını feda etmek suretiyle onu küçük düşürmeye yönelik hırslarına rağmen bu meydan okumaya karşılık vermekten âciz kalmışlardır. Bundan dolayı Kur’an, Hz. Peygamber’in davasının doğruluğuna en güçlü kanıt ve en açık delildir.[109]

Sâbûnî, Hz. Peygamber’in risâletini ispat eden hissî ve haberi mucizelerin sayılamayacak kadar çok olduğunu ifade eder. Ona göre bu mucizelerin bir kısmı Hz. Peygamber’in doğumundan önce, bir kısmı doğumundan peygamberlik zamanına kadar, bir kısmı peygamberliğinden vefatına kadar ortaya çıkmıştır. Bir kısmı ise kıyamete kadar edecektir. Ona göre öncelikle Hz. Peygamber’in peygamberlik nurunu taşıması, suretinin letafeti, yüzünün güzelliği, ahlakının fazileti ve davranışlarının güzelliği onun nübüvvetine delil olduğu gibi mucizelerindendir. Ayrıca Hz. Peygamber’in sahip olduğu bu vasıflara başka kimsenin sahip olmadığını feraset ehlinin de kabul etmesi onun risâletinin delilidir. Hz. Muhammed’in ‘el-emin’ olarak anılması, kimsenin onu yalancılıkla itham edememesi, kendisine düşman olanların dahi güvenini kazanmış olması ve hayatı boyunca güzel ahlakının asla değişmemesi onun davasında doğruluğuna en güçlü delildir.[110] O, Hz. Peygamber’in hissî mucizelerinden Ay’ın yarılması, ağaçların yürümesi, kütüğün ağlaması, taşların ağlaması, devenin şikâyette bulunması ve bulutların Resulullah’a gölgelik etmesini kabul eder ve onun risâletinin delilleri arasında görür.[111]

Her iki kelâmcının mucizenin nübüvvete delâleti hususunda farklı kanaate sahip oldukları görülmüştür. Mâtürîdî mucizeyi tek başına nübüvveti ispat için yeterli görmezken Sâbûnî gerekli görmektedir. İmam, Hz. Peygamber’in nübüvvetini ispat konusuna daha fazla yer ayırırken Sâbûnî nispeten daha az yer vermiştir. Her iki mütekellim, Hz. Peygamber’in en büyük mucizesi olarak Kur’an-ı Kerim’i görmekte ve peygamberimizin güzel ahlakını ve yaşantısını nübüvvetine delil saymaktadırlar.

Hz. Peygamber’in aklî ve hissî mucizelerini kabul etmekte ve nübüvvetini ispat hususunda burhan olarak görmektedirler. Mucizelerin peygamberlerin gönderildikleri kavimlerin sosyal, kültürel, edebi ve teknolojik özelliklerine uygun tarzda tecelli ettiğini kabul etmektedirler. Mâtürîdî, Resulullah’ın en büyük hissî mucizesi olarak Hudeybiye Seferi’nde ellerinde su fışkırtmasını görürken Sâbûnî hissi mucizeler arasında bir sıralamadan bahsetmemektedir.

MucizelerMâtürîdîSâbûnî
Mucizenin nübüvveti ispat için yeterli olup olmasıYeterli değildir.Şarttır, yeterlidir.
Her peygamberin kendine mahsus bir mucizesinin olmasıKabul eder.Kabul eder.
Mucize türleriAklî-Hissî-HaberîAklî-Hissî-Haberî
İsra ve Mi’racBahseder.Bahseder.
İnşikâk-ı kamerBahseder.Bahseder.
Hz. Muhammed’in en büyük mucizesiKur’an’dır.Kur’an’dır.
Hz. Peygamber’in alnında bir nur olmasıBahsetmez.Bahseder.
Taşın konuşmasıBahsetmez.Bahseder.
Ağacın yürüyüp gelmesiBahsetmez.Bahseder.
Ağaç kütüğünün inlemesiBahsetmez.Bahseder.
Devenin hâlinden şikâyet etmesiBahsetmez.Bahseder.
Zehirli etin haber verilmesiBahsetmez.Bahseder.
İrhâsBahseder.Bahseder.
Parmaklarından su fışkırmasıBahseder.Bahsetmez.

KAYNAK: * Doğan, Hacı İsmail Doğan. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’den Nûreddin es-Sâbûnî’ye Peygamberlik Anlayışı. Ankara: Oku Okut Yayınları, 2024. https://yayin.okuokut.org/catalog/book/62