Peygamberlerin ismeti konusunda kelâm ekollerinin ve kelâmcıların görüşlerine yukarıda değinmiştik. Dolayısıyla bu bölümde sadece Mâtürîdî ve Sâbûnî’nin görüşlerini vermekle yetineceğiz.
İslam düşüncesinde peygamberlerin sıfatları konusu içinde üzerinde en fazla tartışma yapılan konulardan biri “ismet” sıfatıdır.[1] Peygamberin; tebliğ ettiği hususları öncelikle kendisinin uygulaması, yaşayarak etrafındakilere örnek olması gibi hususlar göz önünde bulundurulduğunda söz konusu korunmuşluğun boyutuna ve ilgili olduğu alanlara açıklık kazandırmak gerekmektedir.[2]
İsmet inancı, her iki kelâmcının peygamberlikle ilgili ele aldığı konular içerisinde merkezi konumda tuttuğu bir kavramdır. Hatta nübüvvet konusunun, Mâtürîdî’nin inanç sisteminde anlaşılması zorunlu ve merkezi terimlerden biri olduğunu söylememiz mümkündür. Öncelikle ifade edelim ki ona göre Hz. Peygamber’in ya da diğer peygamberlerin hata, kusur ya da günahları olup olmadığını araştırmak doğru değildir. Çünkü onların kusurlarını araştırmak sanki onlarda bir kusur varmış gibi değerlendirilir. Dolayısıyla böyle bir araştırma yapan kimsenin küfre düşmesinden korkulur.[3] Mâtürîdî, peygamberlerin günah işlemelerini mümkün görmediği gibi fiziken kusur olarak görülebilecek hâlleri de kabul etmez. Hatta o, Hz. Mûsâ’nın dilinin peltek olduğu şeklindeki kanaate katılmaz. Ona göre Hz. Mûsâ’nın dilinin dolaşması, kendisini yalancılıkla itham etmeleri yüzünden iyice artan öfkesi sebebiyledir; yoksa dilindeki bir kusur sebebiyle değildir.[4] İmam’ın buradaki hassasiyeti, peygamberlerde zafiyet araştırmaya yönelik kötü niyetli kimselere bir cevap mahiyetindedir. Bilindiği üzere beşer oldukları Kur’an’da vurgulanan peygamberlerin kasıtsız hataları olmuştur ve bunlar zelle olarak anılmıştır. O, burada tespit yapmanın ötesinde kötü niyetli yaklaşımları hatalı olarak değerlendirmektedir. Örneğin Allah’ın her şeyin yaratıcısı olduğunu savunduğu hâlde kötü niyetle birinin çıkıp “Allah leşlerin yaratıcıdır.” demesini de hatalı bulmaktadır. Burada o, sözün sahibinin niyetini dikkate almaktadır. Dolayısıyla Allah ve onun peygamberleri hakkında kötü niyetle kurulan cümleler, Mâtürîdî tarafından saygısızlık olarak görülür.
Sâbûnî açısından da peygamberlerin ismeti meselesi önemli ve hassas bir konudur. Ona göre peygamberlik meselesini değerlendiren herkes hevasından uzak durmalıdır ki Allah onun bereketini versin. Kim de bu konuyu hafife alırsa şakî olur.[5] Peygamberlerin hatalarını araştırma hususunda Sâbûnî, Mâtürîdî ile benzer bir yaklaşımı sergilemektedir. Ona göre peygamberlerin hatalarını ve kusurlarını araştırmak caiz değildir. Zira peygamberlerin yaptıklarını en iyi Allah bilir. Dolayısıyla bizim bir araştırma içine girmemiz yersizdir.[6]
İsmet konusunda, esas geçmeden önce usule dair bu önemli tespitleri yaptıktan sonra her iki kelâmcının ismet anlayışlarına geçebiliriz. Mâtürîdî’ye göre ismet; Allah’ın, peygamberlerini daima hayır işlemeye sevk eden ve onları kötü fiiller yapmaktan alıkoyan bir lütfudur. Kendilerine itaatle emrolunduğumuz peygamberlerin her şeyden önce Allah’ın özel himayesi ve koruması altında olması gerekir.[7] Ona göre; güzel ahlak ve üstün yaratılış özelliklerine sahip peygamberlerin varlığı, vahyin sağlamlığı noktasında koruyucu bir unsurdur. Dolayısıyla bu üstün vasıflar peygamberlerin Allah’ın elçisi olduklarının delilidir. Zira kural gereği elçi kendisini göndereni temsil etmektedir.[8]
Sâbûnî ismet kelimesinin ‘engelleme’ ve ‘kötülüklerden koruma’ anlamlarına geldiğini ifade eder. Terim olarak ise resulün kıymetine halel getirecek ve değerini düşürecek şeylerden onu korumasıdır.[9] İsmet, peygamberleri günah işlemekten koruyan bir koruyucu güç gibidir. Allah, ismet ile birlikte peygamberlere ağırlıklara tahammül gücü verir. Aynı zamanda peygamberlere tabi olanlara da kâfirlerle cihat etme gücü verir.[10] Yine ona göre ismet sıfatı, Müslümanların çoğunluğuna göre nübüvvetin gerekliliklerindendir.[11] Hatta peygamberler için ismet vahiyde zayıf düşmemek için zorunludur.[12] Müslümanların geneli, peygamberlerin yasaklanmış olan şeyleri kasıt veya ihtiyarı ile işlemelerini mümkün görmemiştir.[13]
Mâtürîdî peygamberlerin masumiyetine karine olarak bazı âyetleri delil olarak değerlendirmektedir. Ona göre Kur’an-ı Kerim’de, Allah’ın yanında peygambere itaati emreden âyetler[14] ile Hz. Peygamber’in verdiği hükmün sorgulanamayacağını belirten âyetler[15] ismet sıfatı için açık delillerdir. Bu noktada Mâtürîdî’nin birkaç değerlendirmesine yer vermekte fayda görüyoruz. Ona göre “Resulullah’a itaat eden Allah’a itaat etmiş olur, yüz çevirenlere gelince seni onlara bekçi olarak göndermedik.”[16] âyeti, ismet sıfatı için bir delilidir. Nitekim o, şöyle demektedir: “Tefsirini yapmakta olduğumuz âyette, Hz. Peygamber’in davet edip emrettiği konularda ismet sıfatına sahip olduğuna şahitlik vardır. Bunun yanında insanların da bu alandaki doğruluğuna şahitlikte bulunmaları mecburiyeti söz konusudur.”[17] Zira Hz. Peygamber’e itaat sadece onun sözlerine ve fiillerine bağlılık değildir. Aksine onun tüm sözleri ve fiillerine muhtevasına uygun olarak gönülden inanmak ve bir davranıştan onun kastettiği ne ise onu tam olarak yerine getirmek; onun fiilinin aynısını yapmak yahut ondan sakınmak veya onu mubah konumunda tutmak yahut da Resulullah’ın durumuna göre arzu ettiği ne ise onu gerçekleştirmektir.[18] Mâtürîdî’nin bu ifadeleri ile Hz. Peygamber’e itaati oldukça kapsamlı olarak değerlendirdiğini ve itaati iman dairesinde telakki ettiğini söylemek mümkündür.
Mâtürîdî’nin benzer ifadelerini Âl-i İmrân sûresi 79. âyette de görmekteyiz. Âyette geçen “Allah’ın kendisine kitap, hüküm ve peygamberlik vermesinden sonra hiçbir insanın kalkıp insanlara ‘Allah’ı bırakıp bana kul olun’ demesi düşünülemez. Aksine ‘Okuyup öğretmekte olduğunuz kitap gereğince Rabbin halis kulları olun’ der.” İfadeleri, ona göre resullerin ve nebilerin küfürden korunmuş (ismet) olduklarına delil teşkil eder.[19]
Mâtürîdî, Kur’an’da yer alan peygamberlerin hata olarak değerlendirilebilecek davranışlarına zelle adını vermektedir.[20] Ona göre peygamberlerin bir beşer olarak yapmaktan sakınamadığı küçük hataları (zelle) olabilir. Peygamberler bu zelleleri sebebiyle dünyada bazı musibetlere maruz bırakılır ve kıyamet gününe getirilince Cenâb-ı Hakk’ın sorumlu tutacağı hiçbir hataları kalmamış olur.[21] Sâbûnî’ye göre ise zelle, peygamberlerin kasten veya ihtiyaren değil de unutarak işledikleri hatalara denir. Bu kavramı biraz daha açan Sâbûnî, zellenin peygamberlerin daha faziletli olanı terk ederek daha az faziletli olanı tercih etmesi olarak tanımlamaktadır. Ona göre Hz. Âdem hariç bütün nebiler hakkında söz konusu yaklaşım geçerlidir. Ancak Hz. Âdem’in ‘yasak meyveden yemesi’ daha az faziletli olanı tercih etmek olarak yorumlanamaz.[22]
Mâtürîdî, “Senin geçmiş gelecek bütün günahını Allah’ın bağışlaması, sana nimetini eksiksiz vermesi, seni dosdoğru yolda yürütmesi için…”[23] âyetini tevil ederken “zenb” (الذنب) meselesine bir kez daha değinir. Hz. Peygamber’in günahlarının affedilmiş olması ile onun günahlarının işin başında affedilmesi veya Resulullah’ın günah işlemekten korunmuş olmasının anlaşılması gerektiğini ifade eder. İkinci olarak ise ümmetin günahlarının bağışlanacağı kastedilmiş olabilir. Ona göre peygamberlerin ‘günahları’ bizim günahlarımıza benzemez. Çünkü onların işlediği düşünülen günahlar normalde mübah olan bir fiilin yapılmasından ibarettir. Diğer insanlara serbest olan bazı fiiller peygamberlere yasak edilebilmektedir.[24]
“Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın...”[25] âyetinde geçen “zenb” kelimesine verilen mana, âyetin doğru anlaşılması noktasında son derece önemlidir. Sâbûnî, “zenb” (الذنب) kelimesine dair önemli dil bilgisi açıklamalarına yer vermektedir: “Bazı insanlar zenb kelimesinin hakikatte insanların yaptığı her şeyi kapsaması caizdir.” demiştir. İtâb ya da gerçek azabı hak eden şeyleri de kapsar. Zenb kelimesi hayvanın kuyruğu kelimesinden gelir. İnsanın yaptığı tüm fiiller ona tabidir. Azap, itab, hayâ ve utanma kelimeleri hakikatte insanların yaptığı normal olmayan her şey zenb kelimesi ile söylenebilir. Zenb, nehyi, emri yerine getirmemeyi ya da daha faziletli olanı terk etmeyi kapsar. “Zenb” kelimesi zeneb (kuyruk) kelimesinden gelmiştir. Kuyruk hayvanın en sonunda gelir, günahlar da insanların derece ve rütbe olarak amellerinin en sonunda gelir. “İnsanın işlediği her günah kendisine aittir, her kuyruk insanın kendisine aittir.”[26] Onun bu açıklamalarından, söz konusu âyette nehyi, emri yerine getirmemeyi ya da daha faziletli olanı terk etmeyi kapsadığı anlaşılmaktadır. O da zaten yukarıda aktardığımız ismeti, kasıtsız hatalar veya efdali terk etme olarak tanımlamıştır.
Âyetle ilgili etimolojik değerlendirmeler yapan Sâbûnî daha sonra âyetin tevilini yapmaktadır. “Allah senin geçmiş ve gelecek zenblerini bağışlasın…” âyeti ona göre; zahiren, nübüvvet öncesi ve sonrasında günah işlendiği gibi bir durumu ifade etmektedir. Ancak böyle bir şey söz konusu olamaz. Bu ifadeler aslında, Allah’ın nimetini daha iyi görmek ve daha iyi anlamak için mübalağa kapsamındadır. Bazı insanlar âyeti zahiri olarak anladıklarında, peygamberlerin hem büyük hem de küçük günah işlediğini ispat etmeye çalıştılar. Fakat ehl-i basiret, (hem peygamberlerin imanını hem de diğer insanların durumunu bilen insanlar) peygamberlerin hiçbir günah işlemediğini söylemiştir.[27]
Mâtürîdî, peygamberlerden sâdır olan ve zelle diye tabir ettiği hataların insanlar tarafından nasıl anılacağı sorusunu gündeme getirmekte ve bunların Kur’an’da niçin zikredildiğini sormaktadır. Ona göre peygamberlerin yaptıkları zellelerin anılmasına iki şekilde cevap verilebilir:
Birincisi, onlar, o küçük hataları işlediklerinde bu onlara çok büyük görünür ve kalpleri kendilerince büyük olan o şeyle sürekli meşgul olur. Bunun için Allah’tan mağfiret istediklerinde, Cenâb-ı Hak artık onu akıllarına getirmez ve onu insanlara örter. Onu gizlemesi de tövbelerini kabul edip görmezden gelmesinden sonra gerçekleşir. İkincisi, Cenâb-ı Hak bunları açıklayıp ifşa etmekle bu konuda insanları ikaz edip uyarmayı dilemiştir. Allah katında peygamberlerin şanlarının büyüklüğüne ve makamlarının üstünlüğüne rağmen Cenâb-ı Hak onları kayırmadığını, aksine yaptıkları küçük hatalardan dolayı kınayıp azarladığını insanlar bilsinler diye açıklamıştır. Dolayısıyla peygamberler bile bu muameleyi görürlerse onlardan daha alt konumda olanların aynı muameleyi görmeleri daha çok gereklidir. Yahut Cenâb-ı Hakk’ın hiçbir şeyden gafil olmadığını ve hiçbir şeyin kendisine gizli kalmadığını insanlar bilsinler diye açıklamıştır.[28]
Peygamberlerin hatalarının Kur’an’da neden yer aldığı sorusunu bir kez daha soran Mâtürîdî, bu kez dört sebep göstererek cevap verir:
Birincisi, bunları Hz. Muhammed’in peygamberliğine delil olsun diye beyan etmiştir. Çünkü insanların kalpleri ve nefisleri, babalarının ve atalarının kötülüklerini anmaya tahammül edemez. Onların kalpleri de yaptıkları kötülüklerin zikredilmesine tahammül edemez. Cenâb-ı Hak; Hz. Peygamber’e bunları söyleyince bu söz onun ilahi buyrukla konuştuğuna işaret eder; Cenâb-ı Hak, onun kendi elçisi olduğunu ve söylediklerinin de kendi emri olduğunu insanlar bilsinler diye bunları belirtmiştir. İkincisi kullarını sınamaktır; kusurlarını ve hatalarını gördükten sonra peygamberlerine karşı nasıl davranacakları konusunda insanları denemek istemiştir. Peygamberlere merhamet ve sevgi gözüyle bakacaklar mı? Allah insanları çeşitli olaylarla imtihan ettiği gibi bu yolla da insanları imtihan etmektedir. Üçüncüsü, insanlar kusur işlediklerinde ve hata ettiklerinde Rablerine karşı nasıl davranacaklarını bilsinler diye Allah bunları belirtmiştir. Dördüncüsü, Cenâb-ı Hak bunları, küçük günah işlemenin Allah’ın dostluğunu yok etmediği ve imandan çıkarmadığı bilinsin diye belirtmiş de olabilir.”[29]
Bu noktada peygamberlerin Allah’tan mağfiret dilemelerinin[30] günah işlediklerine delil olarak görülüp görülemeyeceği konusu önemlidir.[31] Peygamberlerin mağfiret talebi Sâbûnî’ye göre üç sebeple gerçekleşir. Birincisi ismetin devam etmesi içindir. İkincisi istiğfar aslında bir ibadet makamıdır. Peygamberlerin bu makamı değerlendirmesi gerekir. Üçüncüsü kullar ne kadar ibadet ederlerse etsinler Allah’ın verdiği nimetleri düşününce kendilerini taksirat içinde görebilirler. Peygamberlerin kendi kalplerinin daha temiz olması ve aynı zamanda basiretlerinin daha keskin olması için normal kullara göre daha fazlasını görürler. Çünkü onlar; Allah’ı azameti, celali, cömertliği ve faziletlerini daha fazla keşfederler.[32] Dolayısıyla peygamberler bir günahın ardından değil, makamlarının yüceliğinin gereği olarak mağfiret talep ederler.
Mâtürîdî her ne kadar zelle ismini verdiği peygamberlere özgü hataların varlığını kabul etse de peygamberlerin günah işlemekten ve ‘günaha götürecek hatalardan’ korundukları kanaatindedir. Yüce Allah’ın “…Sen kınanacak değilsin.”[33] emri, Hz. Peygamber’in doğru yoldan sapmaktan ve küçük hatalardan (zelle) uzak olduğuna dair delildir. Zira en küçük bir hata etme ihtimali dahi olsaydı muhtemelen kınanırdı. Dolayısıyla bu âyet, Resulullah’ın hata etme ihtimalinin ve sırat-ı müstakimden ayrılma ihtimalinin olmadığına işaret etmektedir.[34] Ancak peygamberler, işlenmesi hâlinde nimetlerin zeval bulacağı endişesini taşıdıkları zellelerden özel koruma altında olduklarını bilmiyorlardı. “Sana okutacağız ve Allah dilemedikçe unutmayacaksın.”[35] âyeti ile “Sana ve senden öncekilere şöyle vahyedildi: Eğer Allah’a ortak koşarsan bilmiş ol ki yaptıkların boşa gidecek ve mutlaka hüsrana uğrayanlardan olacaksın.”[36] âyeti; peygamberlerin, işlemeleri hâlinde vahyin kesileceği ve unutturulacakları şeyleri irtikâb etmekten korku ve endişe içinde olduklarını göstermektedir.[37]
Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin Allah tarafından azara (uyarıya) maruz kaldıkları fiiller, sadece onlara özgü bir durumun sonucu olup insanlar nazarında övgüye değer iş olması durumunu değiştirmez. Zira peygamberlerin yaptıkları davranışlar esas itibarıyla yanlış değildir. Örneğin Hz. Yûnus’un kendisini dinlemeyen kavmini terk etmesi[38] onun azarlanmasına sebep olmuştur. Ancak onun davranışı normalde takdir edilecek bir tutum olarak değerlendirilebilir. O, kendini dinlemeyen kavminden ayrılmış ve kendisini dinleyecek muhatap bulma arayışına girmiştir. Peygamberlerin halk nazarında normal hatta övgüye değer görülen davranışlarının Allah tarafından azarlanmasının sebebi yaptıkları işlerden önce Allah’tan izin almamalarıdır.[39] Zira peygamberler Allah’ın emri ile tebliğ görevine başlarlar ve onun emri ile görev yerlerini terk ederler. Hz. Muhammed’in hicret izni gelinceye kadar Mekke’den ayrılmaması bu bilinç sebebiyledir.
Mâtürîdî’nin bu görüşlerini, peygamberlerin masumiyetine bakışının özeti olarak değerlendirmek mümkündür. Zira o, peygamberlerin Kur’an-ı Kerim’de uyarılmalarına sebep olan davranışları hata olarak görmemekte hatta halk nazarında övgüye değer davranışlar olarak görüldüğünü belirtmektedir. Esasen normal olan davranışların itaba olarak görülmesini izin alınmamasına bağlamaktadır. Dolayısıyla Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin Kur’an-ı Kerim’de uyarılmalarına sebep olan fiiller normal şartlarda hata veya günah olarak değerlendirilemez. Aksine birçok hayrı elde etmeye yönelik bir tutum olup övgüyü hak edecek tavırlardır.
Kimilerince Hz. Peygamber’in Allah’ın koruması altında olmasına dolayısıyla peygamberlerin masumiyetine delil sayılan, kimilerince ise peygamberlerden günah sâdır olabileceğini delil olarak getirilen âyetlere örneklerden biri de İsrâ sûresinde yer alır. Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar, sana vahyettiğimizden başkasını bize karşı uydurman için az kalsın seni ondan şaşırtacaklardı. (Eğer böyle yapabilselerdi) işte o zaman seni dost edinirlerdi. Eğer biz sana sebat vermiş olmasaydık az kalsın onlara biraz meyledecektin. İşte o zaman sana, hayatın da ölümün de katmerli acılarını tattırırdık. Sonra bize karşı kendine hiçbir yardımcı bulamazdın.”[40] Mâtürîdî’ye göre bu âyetler, Hz. Peygamber’in masumiyetine zarar verecek her türlü tevile karşı delildir ve Hz. Peygamber’in masumiyetine karine oluşturan âyetlerle[41] birlikte değerlendirilmesi gerekir. Ona göre kim bu âyetleri tevil ederek Hz. Peygamberden ismet niteliğini kaldırıp uzaklaştırmak isterse onun tevili de rivayet ettiği hadis de kabul edilmez. Söz konusu rivayetin yalan olduğuna şahitlik edilir. Zira rivayet ettiği hadisin başka bir manasının olması muhtemeldir.[42]
“Hatta seni yerinde sağlam tutmasaydık neredeyse – birazda olsa – onlara kayacaktın.” ifadelerini yorumlayan Mâtürîdî’ye göre bu âyet Hz. Peygamber’in masumiyetine delildir. Zira burada Allah’ın, Hz. Peygamber’i sağlam tuttuğu sebat ettirdiğine ve onun günaha meyletmediği ifade edilmektedir. Allah, meyletme ihtimali olduğu anda onu sağlam bir şekilde tutmuş ve bu âyetle bize haber vermiştir. Bu durum, Hz. Yûsuf kıssasındaki “Kadın onu kesinlikle arzulamıştı; eğer Rabb’inin işaret ve ikazını görmeseydi o da kadını arzulardı.”[43] sözüne benzer. Bu âyetlerden Hz. Yûsuf için; kadını “arzulamadı”, Hz. Muhammed için ise “meyletmedi” sonucu çıkar.[44] Bu yorumuna göre Mâtürîdî; ismeti, peygamberin hataya meyletme ihtimaline karşın Allah’ın engellemesi olarak anlamaktadır. Zikrettiği iki örnek de bu yorumu desteklemektedir. Allah, Hz. Muhammed’in meyletmesini ve Hz. Yûsuf’un arzulamasını engellemiş; sonuçta meyletme ve arzulama gerçekleşmemiştir.
Aynı âyeti ismet sıfatı bağlamında ele alan Sâbûnî, bu âyetin peygamberimizin ismetine delil olduğunu belirtir. Ona göre ismet sıfatı, sabit ve süreklidir. Peygamberimiz müşriklerin yaptığı istişareyi ya güzel görecek ya da reddedecektir. Ancak Hz. Peygamber’in güzel görmesi mümkün değildir. Ya da peygamberimiz kâfirlerin iman etmesini çok istediği için onlara biraz yakın davranmıştır. Ama ismet olduğu için böyle bir meyil kalmamıştır. Eğer peygamberimiz ismet makamında olmasaydı (yani sadece ubûdiyyet makamında olsaydı) az da olsa meyledecekti. Makamı altta olsaydı maslahatın ihtiyacın gerektirdiği şeyi verebilirdi. Fakat biz sana ismeti verdik o yüzden bu mümkün değildir.[45] Görüldüğü üzere Sâbûnî âyetin yorumunda insanlar için makamların varlığını dile getirmekte ve nübüvvetin en büyük makam olduğunu belirtmektedir. Öte yandan onun ifadeleri tasavvufî bakışın tezahürü olarak da değerlendirilebilir.
Peygamberlerin ismetine aykırı olması hâlinde, Mâtürîdî’nin zikredilen rivayetleri reddetme tutumunu, Necm sûresi 19-20. âyetlerde de görüyoruz. Ona göre İslam tarihinde Garânîk[46] olarak bilinen olaya temel oluşturduğu düşünülen bu âyetlerin tevilinde öne sürülen her görüş; hayal mahsulüdür ve yanlıştır. Zira Hz. Muhammed, küçükken müşriklerin putları etrafında dolaşmazdı. Aynı zamanda kendisinden putlara yaklaşması istendiği hâlde onun bu putlara yaklaştığını kimse görmemiştir. Kendisine vahiy geldikten sonra bunu yapması nasıl beklenir? Bu konu ile ilgili aktarılan tüm rivayetler hikâyedir ve hayal mahsulüdür. Hz. Peygamber hakkında vehmettikleri durumlar ihtimal dâhilinde değildir. Çünkü onlar Hz. Peygamber’i hakkıyla tanıyamadılar. Eğer hakkıyla tanısalardı bu zanlarından hiçbirini dile getirmezlerdi.[47]
Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin ismet sıfatına halel getirebilecek her türlü yorum ve peygamberlere günah isnad edebilecek tüm teviller yanlıştır. Hatta bu konuda – genel üslubu olmamasına rağmen – yemin etmek suretiyle peygamberlerin günah işlediğini ima eden her türlü yorumun hatalı olduğunu belirtir. “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları kovma!…”[48] âyetinin tevilinde söyledikleri bu anlamda son derece önemlidir:
Bazı rivayetlerde belirtildiğine göre Resulullah’ın ashabından bazı kişiler; Hz. Peygamber’in meclisine katılmak için yarışırlar, onun yakınına otururlardı. Sonra kabilenin eşrafı ve önderleri gelir, bu yerlerin dolu olduğunu görüp bir kenarda otururlardı. ‘Biz geliyoruz ve bir köşede oturuyoruz öyle mi?’ diye söylenirlerdi. Sonra bunu Resulullah’a söylediler: ‘Bizler senin kavminin eşrafı ve önde gelenleriyiz, bize kendi yakınında bir yer ayırsan?’ Hz. Peygamber bu talebi yerine getirmeyi düşündü, ama Allah bu âyeti göndererek Peygamberini azarladı: “Rablerinin rızasını isteyerek sabah akşam O’na yalvaranları kovma!” buyurdu. Tefsircilerin hemen tamamı bu görüştedirler. Ama bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Resulullah’ın düşmanlarına yakınlaşıp onları meclisinde yanında oturtması, dostlarını ise kendisinden uzak tutması ihtimal dâhilinde değildir. Böyle bir şeyi bütün insanlara Allah tarafından seçilmiş olan bir elçinin yapması veya böyle bir şeyi aklına getirmesi şöyle dursun, ahlak yoksunu cahilin biri bile bunu yapmaz. Böyle bir şeyi kâfirler bile eleştirirler. Hayatıma yemin olsun ki böyle bir şeyi her akıl sahibi insan reddeder. Onlardan böyle bir talebin gelmiş olması, onların mecliste kendilerini yanında oturtup diğerlerini uzak tutmasını istemiş olmaları mümkündür. Fakat Hz. Peygamber’in bunu yapmayı düşünmüş olması veya böyle bir şeyi aklına getirmesi ihtimali asla yoktur.[49]
Mâtürîdî’nin bu ifadeleri peygamberlerin ismetine halel oluşturacak her türlü tevilin hatta rivayetin karşısında olduğunu göstermektedir. Onun bu kadar keskin bir tutum içinde olmasının sebebi, yukarıda belirttiğimiz üzere Hz. Peygamber’e itaati emreden çok sayıda âyetin varlığıdır. Masum olmayan birine Allah’ın itaati emretmesi düşünülemez.
Mâtürîdî’nin peygamberlerin günah işlemesini mümkün görmediğini yukarıda detaylı olarak izah etmeye çalıştık. Benzer yaklaşımı Sâbûnî’nin de devam ettirdiğini görüyoruz. O, peygamberlerin insanlar için kesin hüccet olmak üzere[50] seçildiklerini ifade etmekte ve peygamberlerin kötülük işlemeleri veya nehyedilmiş bir fiili yapmalarının söz konusu olamayacağını belirtmektedir. Aksi kabul edilirse peygamberlerin yalan söylemelerini de kabul etmek gerekir. Bu durumda onların getirdiği haberlerin doğru mu yalan mı olduğu hususunda tereddüt edilirdi ve getirdikleri haber bilgi vasıtası olarak kabul edilmezdi.[51]
Sâbûnî, peygamberlerin büyük ve küçük günahlardan masum olduğu kanaatindedir. Eğer onlar günah işlerlerse kâfirler “siz günah işleyerek bizim gibi oldunuz, bizi nasıl davet ediyorsunuz?” derlerdi, demektedir.[52] Hatta ona göre ismet sıfatı, peygamberler için bir tercih değil zorunluluktur.[53] Kim Allah tarafından seçilirse aynı zamanda ismet verilirse isyan ve tuğyan yapmazlar. Normal insanlar gibi hevalarına ya da şeytana uymazlar.[54]
Sâbûnî’ye göre ismet sıfatı verilen peygamberler için Allah’ın emir ve yasakları hususunda şüpheye düşme gibi bir durum asla söz konusu olamaz. Zira ismet şüpheyi giderir. Yani ismet ile şüphe bir arada olmaz.[55] Peygamberlerin rütbesi ve makamı yüksektir. Kimin rütbesi yüksek olursa onun günaha düşmek korkusu da yüksek olur. O, korku günah işlemeyi engeller ve ismetin devamını sağlar.[56] Dolasıyla Sâbûnî’ye göre ismet peygamberler için devamlı olan bir niteliktir.
Peygamberlerin ismet sıfatının peygamberlerin nübüvvet öncesi ve/veya sonrası hayatlarını kapsayıp kapsamadığı tartışması da önemlidir. Sâbûnî; ümmetin çoğunluğunun, peygamberlik öncesi ve sonrasında ismet sıfatının varlığını kabul ettiğini beyan etmektedir. Ona göre Müslümanların çoğunluğu, peygamberlerin yasaklanmış olan şeyleri kasıt veya ihtiyarı ile işlemelerini mümkün görmemiştir.[57] Ehl-i Sünnetin bi’set öncesi ve sonrası için peygamberlerin masum oluşlarına dair görüşlerini ve karşıt görüşleri zikreden Sâbûnî, kendi görüşünü ise şöyle ifade eder: “Bize göre peygamberlerin vahiyden önce günah işlemesi nadir olmakla birlikte mümkündür. Böylelerinin hâli, nübüvvet anında hemen iyiliğe ve istikamete dönüşür.”[58] Sâbûnî bu görüşünde yalnız olmadığını, ashabımız dediği Mâtürîdîlerin genelinin kendisi ile aynı kanaatte olduğunu ifade etmektedir.[59] Bu vesile ile Peygamberlerin bi’set öncesinde günah işlemelerini mümkün gören Sâbûnî, onların bi’set sonrasında günah işlemekten masum oldukları kanaatindedir. Eğer peygamberlerin kasıt ve iradesi olmaksızın kendilerinde bir hata sâdır olursa Cenâb-ı Hak onları uyarır veya kınar. Bu hususta peygamberini kendi hâline bırakmak şöyle dursun uyarmayı geciktirmez bile.[60] Sonuç olarak ona göre peygamberlerin zahirî ve batınî hiçbir ayıpları yoktur. Allah’ın salih bildiği kulunun kötü çıkmasının mümkün olduğunu hiç kimse düşünmemeli ya da hayır zannettiğinin tersinin çıkmasını zannetmemelidir.[61] Peygamberlerin niçin uyarıldıkları konusunu araştırmak müminler için doğru değildir. Müminler sadece güzel sözleri söylemelidir.[62]
Sâbûnî’ye göre Hariciler’in Fudayliyye kolu hariç Müslümanların tamamı, peygamberlerin vahiy almadan önce de küfürden masum olduklarında ittifak etmişlerdir. Peygamberlerin bi’set sonrasında masum olmalarına karşı çıkan tek ekol ise Haşviyye’dir.[63] Haşviyye’nin bu iddiayı dile getirdiğine dair kelâm kitaplarında neredeyse bir ittifak vardır.[64] Bazı Haşeviyye mensupları, “Seni şaşırmış bulup da doğru yolu göstermedi mi?”[65] âyetinin, peygamberlerin nübüvvetten önce kâfir olmalarının caiz olduğuna delil olduğunu iddia ederler.[66] Onlar; Hz. Dâvûd, Hz. Süleyman ve Hz. Yûsuf ile diğer bazı peygamberlerin kıssalarını anlatırken günah işlediklerini hissettiren bazı nakiller yaparlar. Hâlbuki bu rivayetlerin bazıları muteber değildir, bazıları da peygamberlerin şanına yakışacak şekilde tevile tabi tutulmuştur. Peygamberlerin günah işlemeleri mümkün olsaydı onların sözüne güvenilmez ve dolayısıyla ilahi hüccet gerçekleşmemiş olurdu.[67]
Sâbûnî’nin ifadelerinden peygamberlerin günah işlemelerini caiz gören hatta küfre düşmelerini mümkün gören akımlardan haberdar oluyoruz. Ayrıca Kâ’bî ve Ebû Îsâ Bergûs’un (öl. ?) da peygamberlerin nübüvvet öncesinde küfre düşmelerini caiz gördüklerini eklemektedir. Sâbûnî, zikrettiği akımlar ve görüşlerinin Ehl-i kıble tarafından reddedilmiş düşünceler olduğunu belirtmektedir. Haşeviyye için, ‘onlar eşyanın hakikatini bilmeyen cahil kimselerdir. İtikatlarını araştırma yapmadan zahir üzere inşa ederler.’ demektedir.[68] Onun bu ifadelerinden döneminde Haricî ve Haşeviyye tehdidinin varlığını anlıyoruz. Ona göre peygamberler, nübüvvet öncesi ve nübüvvet sonrasında küfürden korunmuşlardır. Ayrıca çocukluk dönemlerinde anne-babalarına uymak suretiyle dahi olsa küfre düşmekten masumdurlar. Onlara küfür isnad etmek hiçbir şekilde caiz değildir.[69] Sâbûnî bu noktada Eş’arîliğin önemli temsilcilerinden İbn Fûrek’in (öl. 406/1015) “Peygamberlerin bi’set öncesinde küfre düşüp sonrasında iman etmeleri caizdir.” şeklindeki kanaatini zikreder ve bu durumun realitede gerçekleşmediğini hatırlatır.[70] Dolayısıyla bu teorik kanaatin nübüvvet bahsinde karşılığı olmadığını hatırlatmakta ve doğru olmadığını ifade etmektedir.
İsmet sıfatı ile birlikte tartışılan hususlardan biri de ismetin iradeyi ortadan kaldırıp kaldırmadığı meselesidir. Mâtürîdî’ye göre günahlardan korunmuş olma (masumiyet- ismet) imtihan olmayı ortadan kaldırmaz. Bir başka ifadeyle ismet sıfatı, yasak bir fiilin yapılmasına engel olmaz. Çünkü yasak devam ettiği hâlde ismet sıfatı mevcut olabilir. Yasak eğer mevcut olmazsa o zaman ismet sıfatının herhangi bir faydası olmaz.[71] Mâtürîdî, ‘ismet külfeti kaldırmaz’ cümlesini âdeta bir prensip hâline getirmiştir.[72] Onun bu cümlesi, peygamberlerin mükellefiyet ve imtihan sürecinin devam ettiğini vurgulamaktadır. Ona göre peygamberlerin sınava tabi olması günahlardan korunmuş olma hâlinde bile iki sebeple geçerli olur. Birincisi peygamberin geçmişteki masumiyeti şu andakini gerekli kılmaz. İkincisi bazı şeylerin kendisine yasaklanmasına en çok layık olan kimse ismet sıfatına mahzar kılınan insandır. Çünkü yasağın bulunmaması hâlinde konu mubaha dönüşeceğinden masum olma özelliği kişiden kalkmış olur. İsmet, emri yerine getirmesi ve yasaktan kaçınması için kişinin koruma altına alınması demektir.[73]
Peygamberlerin ismet sıfatı ile ihtiyarın devam etmesi meselesinde Sâbûnî’nin de aynı kanaate sahip olduğunu ve Mâtürîdî’nin görüşlerini aynen benimsediğini görüyoruz. O, ismet ve ihtiyar hususunda farklı kanaatler olduğunu ifade etmektedir. Buna göre bazıları ismeti, kulun ihtiyarı olmaksızın Allah’ın bir lütfu olarak değerlendirmektedirler. Bu lütuf, Allah’ın onları tıpkı meleklerde olduğu gibi günahlara meyletmeme ve itaatleri tam olarak yerine getirme şeklinde bir tabiat ile yaratılmayı ifade eder ya da beşer tabiatında olan şeylerin peygamberlerin tabiatında yaratılmasının ardından Allah’tan bir lütuf ile günahlardan sakındırmak ve itaatleri cazip kılmakla gerçekleşir. Bir kısmı ise ismetin Allah’ın fazlı ve lütfu olduğunu kabul etmekle birlikte onlarda ihtiyarın devam ettiğini kabul etmişlerdir. Sâbûnî bu tespiti yaptıktan sonra kendisinin ikinci görüşü benimsediğini ve Mâtürîdî’nin yolundan gittiğini ifade etmektedir. Ona göre ismetten sonra imtihan ortadan kaldırılmaz. Eğer böyle olmasaydı resuller fiillerinde mecbur olurdu. Peygamberlerin günah işlemeyecekleri ve itaati terk etmeyecekleri tasavvur edilecek olursa Allah’ın onlara günahı yasaklaması ve itaati emretmesi anlamsız olurdu. İsmet, peygamberlerin iradeleri devre dışı bırakılmadan onları kötü fiillerden vazgeçirip iyi fiillerde sevk edici bir sıfattır.[74] Sâbûnî ismet ile birlikte ihtiyarın varlığını kabul etmemeyi, kör bir insana harama bakmamasının yasaklanmasına ve titreyen birinin hareket etmemesinin emredilmesine benzetmektedir.[75] Ona göre ismet, günah işlemeye engel olan bir özellik olsa ilahi emir ve yasakların manasız olması gerekir. Emir ve nehiy olmayınca itaat ve mâsiyet de olmaz. İtaat ve mâsiyetin olmadığı yerde ise ismetten söz edilemez.[76] Öte yandan bilinmelidir ki Allah’a ne kadar yaklaşırsak yaklaşalım emir ve nehiy düşmez. Öyleyse her zaman ismeti devam ettirmesi için Allah’a muhtaç olması gerekir.[77]
Aynı konunun devamı olarak gündeme gelen bir başka soru, peygamberlerin Allah’a iman etmeleri ve mâsiyette bulunmamaları isteğe mi bağlı yoksa zorunlu mu olduğu meselesidir. Mâtürîdî bu soruya şöyle cevap verir: “Peygamberlerin ismet sıfatına sahip oldukları açıkça bildirilmemiştir. Tam aksine onlar, helak edilme gibi durumlara düşme korkusu taşıyorlardı. Hz. İbrâhîm’in [78] ve Hz. Şuayb’in[79] Kur’an’da ifade edilen korkuları, peygamberlerin günah işlemedikten korunmuş olduklarını bilmediklerini ortaya koymaktadır. Biz, bunu gerektirdiği için değil, böyle olduklarını davranışlarından gördüğümüz için peygamberlerin günah işlemekten korunmuş olduklarına şahitlik ediyoruz.”[80] Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, Mâtürîdî’ye göre peygamberler ismet sıfatına sahip olduklarını bilmemekte ancak davranışları ile ismet sıfatını taşıdıklarını göstermektedirler. Peygamberler korku ile ümit arasında bir konumda bulunmakta ve kalplerinde Allah korkusu ve azameti yer edinmektedir.[81] Ona göre peygamberler de bu dünyaya imtihan olmak üzere gönderildikleri için iradelerinin devam etmesi gerekir. Zira iradesi olmayan bir insan düşünülemez. Peygamberler de bir beşer olarak irade sahibidirler ancak Allah’ın kendilerine bir lütfu olan ismet sıfatı ile günahlardan korunurlar.
Bu noktada peygamberlerden sâdır olan ve günah olarak değerlendirilebilecek davranışlar konusunda her iki mütekellimin değerlendirmelerine geçmekte yarar vardır. Peygamberler ve ilgili konular belirlerken her iki müellifin de eserlerinde kelâmî tartışma bağlamında yer verdikleri ile sınırlandırdık. Nitekim Sâbûnî de eserinde tüm peygamberleri zikretmediğini belirtmekte ve şunları söylemektedir: “Bu kitapta bazı peygamberleri zikretmedik. Çünkü biz bazı karışık müteşabih olan durumları, kıssalardaki sorun olan durumları izale etmek için yazdık.”[82]