Şubat 23, 2025

Peygamberlerin Sıfatları

* Doğan, Hacı İsmail Doğan. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’den Nûreddin es-Sâbûnî’ye Peygamberlik Anlayışı. Ankara: Oku Okut Yayınları, 2024. https://yayin.okuokut.org/catalog/book/62

Allah tarafından seçilerek insanlara ilahi mesajları iletmekle görevli olan peygamberlerin birtakım özelliklerinin olması gerekir. İnsanların karşısına ilahi mesajları getirdiği iddiası ile çıkan kişinin her şeyden önce güvenilir birisi olması gerekir ki sözleri mâkes bulsun. Bu bağlamda peygamberlerin birtakım sıfatları vardır. Nihayetinde peygamberler, vahiy meleği Cebrail ile görüşmek ve ondan vahiy almak gibi olağanüstü bir görev ifa etmek durumundadırlar.[1]

Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin sıfatlarına dair doğrudan bir ifade bulunmamaktadır. Ancak onların sahip oldukları birtakım özelliklerden bahsedilmektedir. Bu hususta öncelikle peygamberlerin insanlardan seçilmiş olmaları ve vahiy aldıkları üzerinde durulur.[2] Peygamberlerin Kur’an’da bahsi geçen diğer bir vasfı ise erkek olmalarıdır.[3] Kadınlardan peygamber gönderilebileceğini iddia edenler[4] olsa da bu konuda genel görüş peygamberlerin erkeklerden seçildiği şeklindedir.

Klasik kelâm kitaplarımızda bugünkü anlamda peygamberlerin sıfatlarının sıralandığı bir bölüm yer almaz. Ancak peygamberlerin “seçilmiş olmaları”, “insan olmaları”, “günah işlememeleri”, “doğru sözlü kimseler olmaları”, “güvenilir olmaları”, “mucize göstermeleri” ve “gaybı bilmemeleri” gibi özelliklerinden bahsedilmektedir.

Peygamberlerin sıfatlarına dair bugünkü sıralamayı son dönem kelâm eserlerinde görmekteyiz.[5] Son dönem kelâmcılarından Manastırlı İsmail Hakkı peygamberlerin sıfatları ile ilgili şunları söyler: “Peygamberler hakkında “ismet”, “emanet”, “sıdk”, “fetânet “ ve “tebliğ” sıfatları vacip, bunların zıddı olan “masiyet”, “hıyanet”, “kizb”, “gaflet” ve “kitman-ı şeriat=ilahi mesajları gizleme” sıfatları ise mümtenidir.”[6] Ancak peygamberlerin sıfatları hakkında ortak bir metinden bahsetmek mümkün değildir ki buna ilerleyen bölümlerde değineceğiz.

Mâtürîdî ve Sâbûnî’nin de peygamberlerin sıfatlarına dair bugünkü anlamda bir başlık ayırmadığını görüyoruz. Onlar yeri geldiğinde peygamberlerin sıfatlarını açıklamaktadırlar. Sâbûnî’ye göre peygamberlerin kendine has birtakım özelliklerinin olması gereklidir. Zira peygamberler bu sayede Allah ile kulları arasında elçilik yapma liyakatine kavuşurlar.[7] Peygamber gerek sözlerinde gerek fiilîlerinde kendisini lekeleyecek ve kadrü kıymetini düşürecek hatalardan korunmuş (masum) olur. İslam düşüncesinde nübüvvet isimli birinci bölümde peygamberlerin sıfatları konusunu ele almıştık. Bu bölümde Mâtürîdî ve Sâbûnî’nin peygamberlerin sıfatlarına dair görüşlerini de yine aynı başlıklarla ele alınacaktır.

Beşer Olmak

Peygamberlerin sıfatlarının başında onların beşer olmaları ve beşerî niteliklere sahip olmaları gelir. Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin insanlar arasından seçilmiş kimseler olduğu[8] ve insanların talep ettikleri hissî mucizelerin Allah’ın izni olmadan bir beşer olarak gerçekleştirmenin mümkün olmadığı[9] vurgulanmaktadır. Peygamberlerin vasıfları konusunda öncelikle onların beşer olmalarının vurgulanmasında Hıristiyanların Hz. İsa[10], Yahudilerin ise Hz. Üzeyir hakkında ileri sürdükleri “tanrılık” inancının yanlışlığını vurgulamak yatar.[11] Bir diğer amaç ise peygamberlerin insanlar arasında yine insanlara elçilik vazifesi yapmakla görevli kimseler olmalarının “yadırganacak” bir durum olmadığının[12] vurgulanmasıdır.

Allah’ın kulları arasında seçtiği peygamberler Kur’an-ı Kerim’de insanlara anlatılırken “Allah’ın kulu bir beşer” olarak tanıtılmış ve tıpkı diğer insanlar gibi yeme, içme, evlenme, hastalanma ve nihayet vefat etme durumlarından bahsedilmektedir.[13] Peygamberler de her insan gibi yer, içer, uyur, çalışır, yorulur, dinlenir, evlenir, çocuk sahibi olur, üzülür, sevinir, hastalanır ve nihayet vefat eder. Bu itibarla onların en bariz vasfı beşer oluşlarıdır.[14] Ancak onlar bazı hususlarda diğer insanlardan farklı özelliklere sahiptirler.[15] Bu bağlamda Hz. Muhammed’in de bir insan olarak hayatını idame ettirmek ve insani ihtiyaçlarını gidermek için birtakım işlerde çalışmıştır. Hatta ifa ettiği görevler vesilesi ile hayvancılık, ticaret ve geleneksel tıp alanında uzman seviyesinde bilgi sahibi olmuştur.[16]

Bu konuda en çarpıcı örnek Hz. Mûsâ’nın, kardeşi Hz. Hârûn ile yaşadığı olaydır. Hz. Mûsâ, Allah’dan emir almak için kavmini bırakıp Tur Dağı’na gittiğinde, kavmi bir buzağıyı ilah edinmişti. Döndüğünde karşılaştığı manzara karşısında Hz. Mûsâ’nın tepkisi Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilir: “Mûsâ, kavmine kızgın ve üzgün olarak döndüğünde ‘Benden sonra arkamdan ne kötü işler yaptınız! Rabbinizin emrini beklemeyip acele mi ettiniz?’ dedi. (Öfkesinden) levhaları attı ve kardeşinin saçından tuttu, onu kendine doğru çekmeye başladı. (Kardeşi): ‘Ey Anamoğlu!’ dedi, ‘Kavmim beni güçsüz buldu. Az kalsın beni öldürüyorlardı. Sen de bana böyle davranarak düşmanları sevindirme. Beni o zalimler topluluğu ile bir tutma.’ (Mûsâ): ‘Ey Rabbim! Beni ve kardeşimi bağışla. Bizi kendi rahmetine sok. Sen merhametlilerin en merhametlisisin.’ dedi.”[17] Hz. Mûsâ’nın Allah’tan aldığı mesajların olduğu levhayı yere atması (veya bırakması) ve kardeşi Hz. Hârûn’un saçını çekiştirmesi insanların öfke anında yaptıkları reflekslerden birisidir ki bu durum da peygamberlerin beşer oluşlarının bir tezahürüdür.

Müşriklerin ‘kendileri gibi yiyip içen, çarşılarda gezen’ birisinin peygamber olarak görevlendirilmesine itiraz etmelerine dair ilgili âyet siyak ve sibakı ile ele alındığında müşriklerin bir dizi itirazları ile karşılaşmaktayız. Furkân sûresinin hemen başında kâfirlerin öncelikle Kur’an-ı Kerim’e yönelik yakışıksız itirazları dile getirilmektedir. Onlar “…Bu (Kur’an), olsa olsa onun (Muhammed’in) uydurduğu bir yalandır. Başka bir zümre de bu hususta kendisine yardım etmiştir…[18] diyerek Hz. Peygamberden önce tebliğ ettiği Kur’an’a yönelik şüphelerini izhar etmişlerdir. Kur’an-ı Kerim’e yönelik olarak “Yine onlar dediler ki: (Bu âyetler), onun, başkasına yazdırıp da kendisine sabah-akşam okunmakta olan, öncekilere ait masallardır.[19] demek suretiyle kendilerince haklılıklarını ifade etme cihetine gitmişlerdir. Daha sonra ise Hz. Muhammed’in peygamber olarak seçilmesine yönelik bir itiraz dile getirdikleri görülmektedir: “Onlar, (bir de) şöyle dediler: Bu ne biçim peygamber; (bizler gibi) yemek yiyor, çarşılarda dolaşıyor! Ona bir melek indirilmeli, kendisiyle birlikte o da uyarıcı olmalıydı![20] Konumuzla en çok bağlantısı olan kısım da budur. Görüldüğü gibi inanmayanlar peygamberlerin bir beşer olmasını yadırgamakta ve imkânsız görmektedirler. İnanmayanların bu sözlerine cevabın, yine aynı surede verildiğini görmekteyiz: “(Resulüm!) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı. (Ey insanlar!) Sizin bir kısmınızı diğer bir kısmınıza imtihan (vesilesi) kıldık; (bakalım) sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi hakkıyla görmektedir.[21]

Müşriklerin bir beşerîn peygamber olarak seçilmesine hayret ettiklerini Kur’an’dan öğreniyoruz.[22] Kendi içlerinden, kendileri gibi yiyip içen, çarşılarda gezen birinin peygamber olamayacağını iddia eden müşrikler, Resulullah’ı gördüklerinde “Bu mu Allah’ın gönderdiği adam![23] diyerek alay etmişlerdir. Müşriklerin bu alaycı tutumları çok sert bir şekilde kınanmaktadır: “Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz) dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyorsun? Hayır, onlar hayvanlar gibidir, hatta onlar yolca daha da sapıktırlar.[24]

 Ayrıca Resulullah’a iman etmek için birtakım şartlar ileri sürmüşlerdir. Hz. Peygamber’e “…Yerden bir kaynak fışkırtmadıkça, hurma ve üzüm bahçeleri olup, içlerinden nehirler akıtmadıkça…[25] yahut “Göğü üzerlerine parça parça indirmedikçe veya Allah’ı ve melekleri karşılarına getirmedikçe veya altından bir evi olmadıkça, göğe çıkıp, bir kitap getirmedikçe iman etmeyeceklerini” beyan etmişlerdir. Hz. Peygamber’in bu talepler karşısında “Rabbimi tenzih ederim! Ben sadece bir beşerîm.[26] ve “Mucizeler Allah katındadır; ben sadece bir uyarıcıyım.”[27] demesi emredilmiştir.

Peygamberler içinden çıktıkları toplumların ahlaken en üstünüdürler. Risâlet vazifesi ile görevlendirildiklerinde onları kötü ahlaklı olmakla eleştirip karşı çıkan insanlar olmamıştır. Ancak peygamberlerin de bir beşer olmaları nübüvvete muhatap kimselerce yadırganmıştır. Hz. Nûh nübüvvet vazifesinin bir parçası olarak insanlara “…Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım…[28] dediğinde kavminin ona karşı ilk tepkisi, bir insanın nübüvvete layık olmasının kabul edilemezliği olmuştur. Kavmi, Hz. Nûh’a şöyle demiştir: “Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: ‘Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz.[29]

Peygamberlerin beşer olmaları ve beşerî niteliklerde diğer insanlarla aynı özellikleri taşımaları son derece normaldir. Zira insanlara gönderilen peygamberlerin yine insanlardan seçilmeleri onlarla hemhâl olmaları için elzemdir. Peygamberlerin insanlardan seçilmelerine itiraz edenlere Kur’an-ı Kerim’de şu cevap verilir: “İnsanlara hidayet (Kur’an) geldikten sonra onların iman etmelerine ancak, ‘Allah bir beşerî mi peygamber olarak gönderdi?’ demeleri engel olmuştur. De ki: ‘Eğer yeryüzünde, (insanlar yerine), yerleşip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten bir melek peygamber indirirdik.[30]

Görüldüğü üzere Kur’an, peygamberlerin insanlar arasından seçildiğini ve bunda hayret edilecek bir şey olmadığını açık bir şekilde vurgulamaktadır. Peygamberlerin beşer olmalarının altı çizilirken onların sadece tebliğ görevini yerine getiren sıradan insanlar olduğu yanlışına düşülmemesi gerekir. Zira peygamberler, sadece Allah’ın mesajlarını insanlara ulaştırma vazifesi verilen kimseler değildir. Onlar aynı zamanda getirdikleri mesajları uygulayan ve toplumları tarafından örnek alınması istenen kimselerdir.[31] Örnek alınması istenen kimselerin de muhatap oldukları toplumlarla aynı özelliklere sahip olması gerekir. Çünkü meleklerden seçilecek bir peygamber, insanların örnek alamayacağı bir peygamber anlamına gelir.[32]

Peygamberler elçilik vazifesi ile gönderildikleri insanlar gibi beşerî niteliklere haiz olmakla birlikte birtakım üstün özellikleri vardır. Her şeyden önce onların vahiy almaları[33] ve aldıkları vahyi insanlara tebliğ etmeleri[34] ve onları diğer insanlardan üstün kılan yanlarıdır. Peygamberler bu vazifelerini yerine getirmede birtakım üstün insani özelliklere sahip olması gerekir. İnsanların duyular ve akıl ile bilmesi mümkün olmayan bilgileri peygam­berler, Allah’tan aldıkları vahiy ile elde ederler. Vahiy almaları hâlinde ancak gaybı bilebilirler. Aksi hâlde gaybı bilmeleri mümkün değildir.[35]

Peygamberlerin insanlar arasından seçilmelerine Kur’an-ı Kerim’de çokça tekrar edildiğine ve ilgili âyetlere yukarıda yer vermiştik. Dolayısıyla burada tekrar etmeyeceğiz. Ancak söz konusu âyetlere Mâtürîdî’nin yorumunu ortaya koymak adına atıfta bulunacağız. Öncelikle ifade edelim ki Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin insanlardan seçilmesi, insanlara bahşedilmiş büyük bir nimettir. Çünkü insanlar dünya ve hayatına dair bilgileri ve ortaya çıkan ihtiyaçlarını peygamberler sayesinde öğrenirler.[36] Mâtürîdî’ye göre “Rabbimiz! Onlara kendilerinden bir peygamber gönder.[37] âyetinin kendi cinslerinden, yani beşerden anlamına da gelebileceği kanaatindedir. Zira insan türünden olan bir peygamber, Allah’ı tanımaya ve sadakatli olmaya bu türden olmayanlara oranla daha öndedir. “Eğer Peygamber’i melek türünden gönderecek olsaydık onu mutlaka insan suretine sokardık.”[38] âyeti bu durumu teyit eder.[39]

Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin beşer olmaları elzemdir. O, bu hususu insanlarla kaynaşma, sorunlarına vâkıf olma ve çözüm üretme zaviyesinden ele almaktadır. Ona göre peygamberlerin insanlardan başka bir varlık olmasının düşünülemez. İnsanlarla hemhâl olma, kaynaşma ve tebliğ görevini ifa etme bakımından peygamberlerin insanlardan seçilmesi bir lütuf ve ikramdır. Zira peygamberlerin en önemli vasıflarından biri olan mucize gösterme hadisesi, peygamberlerin insan olması ile anlamlı hâle gelir. Misal olarak meleklerden peygamber olması durumunda, meleklerin ortaya koyacakları mucizelerin insanlar için delil olma vasfı olmadığı gibi insanlar tarafından görülemeyen varlıkların gösterdikleri mucizelerinde müşahede edilmesi mümkün olmazdı. Peygamberlerin beşer olması meselesini sosyolojik bir realite olarak ele alan Mâtürîdî, tarih boyunca peygamberlerin geldiğine, bunların tamamının insanlardan seçildiğine ve insanların da bu durumu yadırgamadığına dikkat çeker.

Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin insanlar arasından seçilmiş olmasına yapılan vurgu, her şeyden önce geçmiş milletlerin içine düştüğü hatalara Müslümanların düşmemesi için hatırlatılan bir husustur. Nitekim Cenâb-ı Hak, “De ki: Ben kendim için, Allah’ın dilediği dışında ne bir fayda elde edebilirim ne de zarardan kurtulabilirim.[40] buyurarak peygamberlerin konumu ve yetkilerini insanlara hatırlatmıştır. Mâtürîdî’ye göre Cenâb-ı Hak söz konusu âyeti, onlar Hz. Peygamber’i tapılacak varlık edinmemeleri ve ona Allah’ın vahdaniyetine uygun olmayan bir yakıştırma yapmamaları için bildirmiştir. Tıpkı Hıristiyanların, “Mesih Allah’ın oğludur.” ve Yahudilerin “Üzeyir Allah’ın oğludur.[41] sözleri gibi. Arap müşrikler de kendilerince meleklerin konumlarının yüceliği ve değerlerinden dolayı “Melekler Allah’ın kızlarıdır.[42] dediler. Dolayısıyla ‘Ben kendim için ne bir fayda elde edebilirim ne de zarardan kurtulabilirim’ ifadeleri ile Hz. Peygamber’in insanüstü biri olarak değerlendirilme yanlışlığının önüne geçilmek istenmiştir.[43]

Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin insanlar arasından seçilmesine yapılan itirazların arka planında Allah tarafından gönderilen elçinin, gönderenin katındaki birtakım sıfatları taşıması gerektiği kanaati yatar. “Biz seni sadece bizim gibi bir insan olarak görüyoruz.”[44] demeleri de bu sebepledir. Hâlbuki siz bizim içimizden ortaya çıktınız, zahirde bize başka birinden gelmediniz diyorlardı. Elçi, başkasının nezdinden gelen kişidir, dolayısıyla elçide gönderenin konumuna ait birtakım özellikler bulunur. Ama ‘Sende ne yaratılışta ne güç-kuvvette ne malda ve ne de başka bir şeyde farklı bir özellik görmüyoruz.’ diyorlardı.[45]

Mâtürîdî müşriklerin üç şeye hayret ettiklerini ifade eder: “Bunlardan ilki, yaratıklarının bir benzerini yapmaktan âciz kaldıkları Kur’an’ın bir beşere inmesi, ikincisi bir beşerîn peygamber olarak görevlendirilmesi, üçüncüsü ise öldükten sonra dirilmenin gerçekleşmesidir.”[46] O bu hayretlerin yersiz olduğunu ifade eder ve esasen bir beşerîn peygamber olarak seçilmesinin üç açıdan daha uygun olduğunu söyler:

Birincisi peygamberlerin beşerden seçilmesi hem delil olmaya hem mazeretlerin önünü kesmeye hem de şefkat ve merhamete daha uygundur. Çünkü insanlar; neyin beşerin güç ve takatinin dışında kaldığını bilirler, kendi özlerinden ve türlerinden olmayan varlıkları ise bilemezler. Her tür kendi türüyle, her varlık kendi türünden varlıklarla ülfet eder. Kimse kendi yapısı ve türünün dışındakilerle ülfet edemez. Durum böyle olunca peygamberleri kendilerine elçi gönderilen varlıkların türünden ve aynı yaratılışa sahip varlıklardan seçmesi hem delillerin kabulüne hem mazeretlerin önünü kesmeye hem de şefkat ve merhamete daha uygun olur.[47]

Hz. Peygamber’in soyu, ahlakı ve sîretiyle ilgili en ufak bir olumsuz tavır sergilemeyen hatta ona son derece güvenen Mekkeli müşrikler, risâlet sonrası ona ve getirdiği dinine karşı menfi tutum takınmışlardır. Başlangıçta olumsuz tutum takınmayan Mekke müşrikleri, ilk evrede nübüvvet ile Hz. Peygamber arasında salt anlamda bir bağ kuramamış; inanç, örf ve âdetleriyle çelişen âyetler nazil oldukça nübüvvetin gerçek anlamını kavrayabilmişlerdir.[48] Peygamber Efendimiz nübüvvet vazifesi ile görevlendirildiğinde, Mekkeliler kendisinde insani olarak kusur ve hata göremedikleri için itirazlarını “bir beşerîn elçilik” etmesinin mantıksız olduğu üzerine kurgulamışlardı.[49] Bu husus Kur’an-ı Kerim’de de dile getirilmektedir. Bir beşerin insanları hidayete erdirecek olmasına yapılan itiraz[50] bunlardan birisidir.

Peygamberlerin beşerden seçilmelerine itiraz edenlerin, peygamber olarak bir beşerî değil de meleği peygamber olarak görmek istediklerine yine Kur’an-ı Kerim’de şahit oluyoruz.[51] Mâtürîdî peygamberlerin beşerden seçilmesinin hikmetlerini oldukça kapsamlı bir şekilde izah eder. Ona göre insanların peygamberlerin meleklerden seçilmesinin iki sebebi olabilir. Birincisi insanlardan peygamber gönderildiğini düşünmemiş olmalarıdır. İkincisi ise elçinin beşer olmasına karşı çıkmalarından dolayı değil sırf inatçılıklarından kaynaklanan bir talep olabilir.[52]

Peygamberlerin insanlardan değil de meleklerden seçilmesini isteyenlere Cenâb-ı Hakk’ın “Şayet peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu (yine) bir adam suretine sokar, onları yine hâlen içinde bulundukları kuşkuya düşürürdük.[53] şeklinde cevap vermesi Mâtürîdî’ye göre birçok hikmet içermektedir:

Birincisi biz peygamberleri melek olarak gönderseydik bile yine de onu beşer suretine sokardık. Çünkü şayet onlar melek suretinde kalsaydılar, insanlar dayanamaz, dehşete düşerlerdi. Zira meleği kendi suretinde görmeye insanın gücü yetmez. Cibril’in bile Resulullah’a geldiğinde kendi suretinde değil de insan suretinde gelmiştir.[54] Hatta Hz. Peygamber’e, Dihye b. Halîfe b. Ferve el-Kelbî (öl. 50/670) suretinde geldiği rivayet edilmiştir.[55] Buna rağmen Cibril’i her gördüğünde peygamberimiz ürperir, durumu değişirdi; insanlar onu bu hâlde gördüklerinde bu delirmiş derlerdi.[56] İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, şayet peygamberi bir melek kılsaydık muhakkak ki onu (yine) bir adam suretine sokardık buyurmaktadır. İkincisi peygamberler meleklerden seçilmiş olsaydı insanlar onun doğru söylediğini bilemezlerdi, onun melek olduğunu ve doğru söylediğini gösterecek birtakım delillere ve âyetlere ihtiyaç duyarlardı. Onun insan olduğu anlaşılır ama kimse onu tanıyamaz, doğru söylediğini de bilemezdi.[57]

Mâtürîdî’ye göre Allah’ın insanlara, meleklerden ve cinlerden değil de insan türünden kişileri peygamber olarak göndermesi büyük bir lütuftur. Nitekim Cenâb-ı Hak “And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar, apaçık bir sapkınlık içinde bulunuyorlardı.[58] âyetinde bu durum açıkça ifade edilmiştir. Ona göre bu lütuf ile kastedilenler çeşitli açılardan açıklanabilir: “Birincisi her şey kendi özüyle ülfet eder ve başka bir şeyin özüne uygun bir özle ülfet edemeyeceği oranda kendi özüne sarılır, başka bir türün arasına katılamaz. Allah meleklerin oldukları hâl ve durum üzere görme gücünü insanlara vermemiştir. Çünkü berikinin cinsi ile öbürününki farklıdır, özleri birbirinden tamamen farklıdır.”[59] Ayrıca Cenâb-ı Hakk’ın “Yeryüzüne gezip dolaşan melekler bulunsaydı elbette onlara da peygamber olarak gökten bir melek gönderirdik.”[60] emri, peygamberlerin meleklerden seçilmesini istemenin yersizliğini teyit eder. Ona göre yeryüzünde yerleşip dolaşanlar arasında insanların yanı sıra melekler de olsaydı ve melekler onları tanısaydı bu durumda meleklerden bir elçi istemek hakları olurdu. Fakat yeryüzünün sakinleri sadece insanlar olduğuna göre onların bunu isteme hakları yoktur.[61]

Peygamberlerin insanlardan değil de meleklerden seçilmesi hususunda el-En’âm sûresi 9. âyet bağlamında üç hikmetten bahseden Mâtürîdî, aynı konuyu bu kez sosyal-psikolojik açıdan ele almakta ve yine üç hikmet saymaktadır:

Birincisi onlar insanların kalplerini kaynaştırmak, onları bir araya getirmek, Allah’ın gönderdiği dine çağırmak ve aralarındaki muhalefeti kaldırmak için gönderilmiştir. Dolayısıyla insanların kalplerine karşılıklı ülfet ve muhabbeti yerleştirip birbirlerine sarılmalarını sağlayabilmesi için peygamberlerin, insanların kendi türünden olması gerekir. İkincisi, peygamberlerin, Allah elçisi olduklarına dair mutlaka birtakım deliller ve mucizeler göstermeleri gerekir. Onlar, beşerîn özünden ve türünden olmadıkları takdirde, mucizeleri ve delilleri muhataplarınca anlaşılmaz. Çünkü bunun, başkası tarafından değil, bu fevkaladelikleri sayesinde yaptıkları anlayışına kapılırlar. Üçüncüsü, melekler ve cinler gibi kendi cevherinden ve türünden olmayan yaratıkların bilgisine sahip olma gücü insanda yoktur. İnsanın onları göremediğine bakmaz mısın? Bundan dolayı Cenabı Hak, peygamberleri insanlara, tanıyabilmeleri ve mucizelerinin ortaya çıkabilmesi için beşer türünden göndermiştir.[62]

Peygamberlerin meleklerden seçilmesini isteyenlerin yanında, Hz. Peygamberden, melekleri kendileri ile tanıştırmasını isteyenler de olmuştur. Onlar “Doğru söyleyenlerden isen bize melekleri getirseydin ya![63] demek suretiyle bu taleplerini dile getirmişlerdir. Mâtürîdî, müşriklerin bu ifadeleri ile Hz. Peygamber’e şöyle dediklerini ifade etmektedir: “Onlar, Hz. Peygamber’e şöyle diyorlardı: Sen meleklerin sana vahiy getirdiklerini zannediyorsun, o hâlde geldikleri zaman onları bize göstersen de biz de onları görsek ya. Senin inandığın gibi onlar melek midirler yoksa şeytan mı?”[64] O, meleklerin ancak insanlar için belirlenmiş eceli gerçekleştirmek için inmelerinin mümkün olduğunu[65] ve insanların melekleri görebilme kabiliyetlerinin olmadığını ifade eder.[66] Dolayısıyla beşer olmanın, peygamberlerin niteliklerinden birisi olduğunun altını çizer.

Peygamberlerin insanlardan içinden seçilen beşer olmasının yanında gönderildikleri kavmin içinden çıkması gerektiğini belirten Mâtürîdî, bunun için naklî delil değil, aklî delil kullanmaktadır. Ona göre eğer (Hz. Peygamber) başka kabileden ve ırktan gönderilmiş olsaydı peygamberlik iddiasında güvenilir olup olmadıkları ve yalan söyleyip söylemediklerini bilme imkânı olmazdı. Ayrıca gösterdikleri mucizeleri başkalarından öğrenip öğrenmediklerini bilmezlerdi. Dolayısıyla peygamberlerin beşer türünden olması ve gönderildikleri kavmin içinden çıkmış olmaları birçok açıdan bir lütuftur.[67]

Peygamberlerin insanlar arasından seçilmesi üzerinde ısrarla duran Mâtürîdî, aynı zamanda peygamberlerin sıradan insanlardan farklı olduklarını da yeri geldiğince hatırlatır. Nitekim Hz. Peygamber, araya iftar girmeden birkaç gün peş peşe tutulan visâl orucunu yasaklamıştı. “Ama sen visâl orucu tutuyorsun Ya Resulullah!” denildiğinde; “Ben sizden biri gibi değilim, şüphesiz benim Rabbim beni yedirir ve içirir.” buyurmuştu.[68] Bu durum, Allah’ın onun için özel bir durum yaratmış olduğunu mümkün kılmak­tadır.[69] Yine Hz. Peygamber ve diğer bütün peygamberler için, ahiret hâlleri sanki gözle görülen, duyularla algılanan işler gibidir.[70] Peygamberler dışındaki insanlar, kötülüğü fazla işitirlerse bu durum onların kalplerine hafif gelir, kalpler buna meyleder ve bundan tatmin olurlar. Peygamberler kötülüğü işitseler ve görseler de kalplerinde kötülüğe meyil olmaz ve asla hoş görmezler. Aksine kötülükten daha fazla uzaklaşırlar.[71] Yine ona göre peygamberlerin duaları, Allah’a ulaşma vesilelerinin en üstünü ve O’nun nezdinde yakınlaştırıcı yolların en büyüğüdür.[72]

Mâtürîdî, peygamberleri diğer insanlardan ayıran iki özellikten bahsetmektedir. Bunlardan birincisi; onlar, kavimlerinin helak edilmesi ya da azaba uğratılması için yalnızca Allah’ın izni geldikten sonra beddua edebilmeleridir. Nitekim Hz. Nûh, Rabb’inin izni ile beddua etmişti. İkincisi kavimlerine azap geldiğinde Allah’ın izni olmadan aralarından ayrılamamalarıdır. Hz. Yûnus, Allah’ın izni olmadan kavminin arasından ayrılıp gittiği için uyarılmıştır.[73] İşte bu iki özellik, peygamberler için özeldir. Peygamberler dışındaki diğer insanların fâcirlere ve fâsıklara beddua etmeleri ve aralarından ayrılıp gitmeleri caizdir.[74] Mâtürîdî her ne kadar peygamberlere has özellikler olarak iki madde sıralasa da başka bir yerde Allah’ın peygamberler hakkındaki hükmünün üç olduğunu ifade etmektedir. Yukarıdaki iki maddeye ilaveten üçüncüsü özellik peygamberlerin kendi hayatlarından endişe etseler dahi tebliğ görevini terk etmemeleridir.[75]

Peygamberlerin beşer olmaları konusu bağlamında Mâtürîdî’nin değindiği son konu; peygamberlerin insanlar arasından seçilmelerinin, onların bir takım üstün vasıflara sahip olmalarına mâni olmamasıdır. Ona göre hurûf-ı mukattaa olarak isimlendirilen ve Kur’an-ı Kerim’de bazı sure başlarında yer alan harflerin ne manaya geldiği insanlar için müteşabihtir. Ancak Cenâb-ı Hak, başkalarına göstermediği ve onlara bildirmediği şeyleri peygamberlerine göstermiştir. Bunlar insanlara göre müteşabihtir, fakat peygamberlere göre müteşabih değildir.[76] Dolayısıyla peygamber hakkında nitelendirme yapılırken beşer olmalarının yanında onların üstün niteliklerini de göz önünde bulundurmak gerekir.

Peygamberlerin beşerden seçilmesi meselesine çok fazla değinmeyen Sâbûnî, Hz. Muhammed’in bir beşer olarak tanıtılmasını[77] ümmet için bir rahmet olarak değerlendirmektedir. Ona göre Yüce Allah fakirlik sıfatını ve kulların ihtiyaç duyduğu şeyleri peygamberimiz için de açıklamasaydı; Müslümanlar, Hristiyanlar gibi peygamberimizi yanlış tanıyacaklardı.[78] Dolayısıyla onun için peygamberlerin beşer olması her şeyden önce itikadi sapmaların önüne geçmek için elzemdir.

Sâbûnî’ye göre peygamberler insanlar arasından seçilen ve insani özellikleri ile risâlet vazifesini ifa eden kimselerdir. Peygamberler, Allah ile insanlar arasında elçilik yapmak için seçilmiştir. O yüzden onların beşerî sıfatları vardır. Ama onlar, beşerî sıfatların kötülüklerinden ve kusurlarından uzaktırlar.[79] Onların tıpkı diğer insanlar gibi korku, endişe, açlık, susuzluk, mutluluk ve hüzün gibi özellikleri vardır. Özellikle peygamberlerin korkmaları meselesi üzerinde duran Sâbûnî, bunun tabii bir korku olduğunu ve caiz olduğunu belirtir. Hz. Mûsâ’nın âsâsının yılana dönüşmesi sonrasında “arkasına bakmadan kaçması”[80] tabii bir korkudur ve esasen Hz. Mûsâ, yılandan değil, âsânın yılan kılınmasından korkmuştur.[81]

Yine Hz. Mûsâ’nın kardeşi Hz. Hârûn ile yaşadığı tartışma,[82] Sâbûnî’ye göre peygamberlerin beşer oluşlarının bir neticesidir. Hz. Mûsâ, fitne çıktığını kendisine haber etmeyen Hz. Hârûn’a kızmış, o da özür dilemiştir. Onların arasındaki münakaşalar beşerî durumun göstergesidir.[83] Benzer şekilde Hz. Mûsâ’nın “baygın düşmesi”[84] muhtemelen beşerî tabiatının zayıflığının bir neticesidir. Baygınlık insanların başına gelebilen bir durum olup ukûbât ve kavga gerektiren bir şey değildir.[85] Dolayısıyla peygamberler beşerden seçilmiştir ve beşerî özellikleri ile insanlar arasında peygamberlik vazifesi ifa eden kimselerdir.

Yabani hayvanlarla ve kuşlarla konuşma, karınca ile konuşma hatta bitkiler konuşma[86] ve ilaç yapmak için tıbbi bilgiler, rüzgâra hükmetme, şeytanları ve cinleri emrinde tutma[87] gibi bir takım olağanüstü işlere Allah’ın izni ile muktedir olan Hz. Süleyman’ın, Hüdhüd için “Ya bana açık bir gerekçe getirir veya onu şiddetle cezalandırırım ya da onu boğazlarım.[88] demesi Sâbûnî’ye göre beşer olmasının neticesidir. Zira burada peygamber dahi olsa ve mülkünde ne kadar ileri olursa olsun onların beşerî ilimlerinin sınırlı olduğuna delil vardır. Nitekim o, Hüdhüd’ün cevabını beklemiştir.[89]

Peygamberlerin beşer olmaları yanında bir de erkeklerden seçilmesi önemli bir ayrıntıdır. Zira Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin erkekler arasından seçildiği net bir şekilde ifade edilmektedir.[90] Bazı âlimler nebî ve resul ayrımından mülhem, kadınlardan resul gelmediğini ancak nebî olarak gönderilen kadınların olduğunu söylemişlerdir. Eş’arî başta olmak üzere İbn Hazm ve Kurtubî gibi âlimler bu kanaattedir. Bu anlamda Eş’arîlerin, Mâtürîdîlerle nübüvvet meselesinde ayrıştıkları en bariz konu peygamberlerin erkeklerden seçilmesi meselesidir. Eş’arîlerin bu konuda genel kanaatin aksine kadınlardan “nebiler” gönderildiğini iddia etmektedirler. Hatta İmam Eş’arî’ye göre kadınlardan gönderilen nebî sayısı dörttür.[91] Bu kanaate nebî ve resul arasındaki ayrımdan hareketle vardıkları anlaşılmaktadır. Ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi, Kur’an-ı Kerim’de yer alan âyetler ile âlimlerin genel kanaati, Eş’arîlerin bu değerlendirmesinin bir yanlış anlaşılmadan ibaret olduğunu ortaya koymak­tadır.[92] Bu arada tüm Eş’arîlerin aynı kanaatte olduğunu söylemek doğru olmaz. Zira Eş’arî’nin görüşlerini derleyip toparlayan ve bu anlamda Eş’arîliğin kelâmî görüşlerini sistemleştiren İbn Fûrek (öl. 406/1015) peygamberlerin erkeklerden seçilmesi gerektiğini düşünür.[93]

Eş’arî kelâmcılarından Fahreddin Râzî, nübüvvet meselesinde büyük ölçüde mensup olduğu kelâmi ekolün görüşlerini benimsemekle birlikte İmam Eş’arî’yi bazı hususlarda eleştirmekten çekinmez.[94] Onun mensup olduğu mezhepten ayrıldığı görüşlerinden biri de kadınlardan nebî seçilmesi meselesidir. Fahreddin Râzî’nin, kadınlardan peygamber gönderilmesi mevzusunda bağlı olduğu ekolün görüşlerini değil, Mâtürîdî’nin görüşlerini benimsediğini söylemek mümkündür. Faruk Sancar’a göre Fahreddin Râzî’nin görüşlerinin neredeyse bütünüyle Mâtürîdîlerin kanaatiyle örtüştüğü söylenebilir. Zira ona göre nebî olduğu iddia edilen Hz. Meryem nebî ya da resul değildir. Allah’ın ona vahyetmesi ve birtakım olağanüstü durumların onun elinde tecelli etmesi peygamber olduğuna ispat etmez. Bu durumlar daha ziyade keramet veya Hz. İsa namına bir irhas olarak kabul edilmelidir.[95]

Peygamberlerin erkek olması Mâtürîdîlere göre zorunludur ve bu hususta açık deliller vardır. Peygamberlerin erkek olmaları konusunda Sâbûnî, erkeklerin ortaya atılmaları gerektiği gerçeği ile bir açıklama getirmektedir. Kadınların ise örtünmeleri esas olduğuna göre bu görevi yerine getirmelerinin güç olacağı kanaatindedir.[96] Kanaatimizce Sâbûnî’nin burada “örtünmek=setr” ile kastettiği tesettür değil, insanların arasına karışarak ortada bulunmak olmalıdır. Zira setr ile tesettür kastedilmiş olsa idi, tesettür kadınlarınki gibi olmasa da erkekler için de söz konusudur.

Sonuç olarak Mâtürîdî ve Sâbûnî peygamberlerin beşer olmalarını nübüvvet için gerekli görmekte ve insanlar için bir lütuf olarak değerlendirmektedir. Müşriklerin, peygamberlerin meleklerden seçilmesi gerektiği şeklindeki itirazlarına Mâtürîdî geniş açıklamalar ile aklî ve naklî cevaplar verirken Sâbûnî bu konuya değinmemiştir.

Seçilmiş Olmak

Peygamberlerin niteliklerinden birisi de Allah tarafından seçilmiş olmalarıdır. Bu konu, aynı zamanda peygamberliğin vehbîliği özelinde tartışılan kelâmî bir mülahazadır. Allah, peygamberliği dilediğine vereceğini belirtmektedir. Dolayısıyla vahiy almak; kişisel gayretlerle elde edilen bir makam değil, tamamen ilâhî bir lütuftur.[97] Çok çalışmak, çok ibadet etmek ve ilâhî emirlere uymak suretiyle peygamber seçilmek mümkün değildir. Cenâb-ı Hakk’ın peygamber seçiminde; mal, mülk, saltanat ve makamın da hiçbir etkisi yoktur.[98] Ancak unutulmamalıdır ki bütün peygamberler, risâlet öncesinde iyi hayat süren insanlardan seçilmiştir.

Peygamberlerin Allah tarafından seçildikleri ve bir insanın üstün ahlâka sahip olmak ve çok ibadet etmek gibi nitelikleriyle peygamberlik mertebesine erişemeyeceği hususunda kelâmcılar ittifak hâlindedir. Ancak bir insanın peygamber seçilmesinde bedenen veya ruhen ayrıcalıklı bir durumların olup olmadığı tartışmalıdır. Çoğunluğun kanaatine göre peygamberlerin herhangi bir ayrıcalıklı yaratılışları söz konusu değildir. Fakat bir kısım âlimlere göre ise peygamberlerin vazifelerini layıkıyla yerine getirmeleri ve görevlerini ifa esnasında hata etmemeleri için birtakım bedeni ve ruhi farklılıkları vardır.[99]

Peygamberlerin yaratılış itibarıyla ayrıcalıklı olup olmadıkları farklı değerlendirilse bile onların tamamının güzel ahlaklı, doğru sözlü ve güvenilir kimseler olduğunda şüphe yoktur.[100] Zira Cenâb-ı Hak, kendisine peygamberlik vereceği kimseleri yüksek ahlaki niteliklerle donatmıştır. Burada kastedilen üstünlük insanların erişemeyeceği nitelikler değil, insan-ı kâmil olma konusundaki üstünlüktür.[101] Hülasa-i kelâm, peygamberlik talep etmekle ya da çalışmakla elde edilecek bir makam değil, büyük sorumluluk gerektiren şerefli ve ilâhî bir vazifedir.[102]

Mâtürîdî peygamberlerin seçilmiş kimseler olduğunu vurgulamakta ve onların Allah’ın seçkin kulları olduğunun altını çizmektedirler. Ona göre Allah, risâlet görevini vereceği kimseler kendisi seçer ve ismet sıfatı ile koruması altına alır. O, bu görüşünü “Allah, elçiliğini kime vereceğini çok iyi bilir.[103] âyeti ile destekler. Mâtürîdî’ye göre Allah, elçiliğini ihanet eden ve gizleyen bir insanın kalbine tevdi etmez. [104] Yine ona göre dinî açıdan salih olma niteliği bulunan kişiler peygamber olarak seçilir.[105]

Mâtürîdî’nin peygamberlerin seçilmesi yetkisinin Allah’ta olduğuna peygamberlerin seçilmiş olduğuna delil olarak gördüğü âyeti (el-En’âm 6/124) Sâbûnî’nin de delil saydığını görmekteyiz. Ona göre resul, Allah ile kulları arasında elçiliğe ehil olması bakımından diğer insanlardan ayrılmaktadır.[106]

Sâbûnî’ye göre peygamberler, kendi zamanındaki insanların en faziletlisi ve akıl ve anlayış bakımından en iyisi, yaratılış ve ahlak bakımından en iyisi, dil bakımından en fasih konuşanı ve en cesuru olmalıdır. Ayrıca peygamberler risâlet vazifelerini yerine getirmede sorun olabilecek tüm kötü sıfatlardan uzak olmalıdırlar. Eğer elçiliğin yerine getirilmesine engel teşkil edecek bir durum varsa giderilir. Tıpkı Hz. Mûsâ’nın Hz. Hârûn ile desteklenmesi gibi.[107] Allah peygamberlerine akılların hayret edeceği vasıflar vermiştir. “Doğrusu onlar bizim katımızda gerçekten seçkin kılınmış, hayırlı kimseler arasındadırlar.”[108] âyeti, onların seçkin kimseler olduğunun delilidir.[109]

Yüce Allah’ın, Hz. İbrâhîm için “Biz onu dünyada seçip mümtaz kıldık.”[110] buyurması, Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin seçilmiş kimseler olmalarının delilidir. Seçilmiş olma ile peygamberlerin ismet sıfatına haiz olmaları anlaşılabileceği gibi, dünyada güzel anılmak suretiyle mükâfatlandırması ve ahirette mükâfatının eksiltilmemesi şeklinde yorumlanabilir.[111] Sâbûnî’ye göre bu özelliklerin bir kısmı yaratılışına, bir kısmı yetişme tarzına, bir kısmı Allah’tan gelen yardım ve desteğe, bir kısmı ise koruma ve ismete bağlıdır.[112] Onun bu ifadeleri ile peygamberlerin seçilmiş kimseler olduğu kanaatini devam ettirdiğini ve meseleyi daha da somutlaştırdığını görmekteyiz.

Mâtürîdî’ye göre Yüce Allah’ın “Ben, vahiylerimi göndermek ve konuşmakla insanlar arasında sana seçkin bir yer verdim.[113] buyurması, Hz. Mûsâ’nın doğrudan doğruya Allah’ın kelâmını işitmesi vesilesi ile peygamberler ve diğer bütün insanlar arasında seçkin ve üstün kılındığını göstermektedir. Çünkü Allah, Hz. Mûsâ dışındaki peygamberlerle aracılar vasıtasıyla iletişim kurmuştur. Yine aynı âyette “Vahiylerimi göndermekle insanlar arasında sana seçkin bir yer verdim.” buyurması ise Mu’tezile’nin ‘Allah risâleti ancak hak etmiş kimseyi peygamber olarak gönderir.’ görüşünü reddetmektedir. Eğer peygamberlik seçim yöntemi lütuf ve ihsan değil de hak etme şeklinde olsaydı peygamberlik bir lütuf olmazdı.[114]

Sâbûnî’ye göre Allah’ın Hz. İshak’tan sonra Hz. Yâkup’un geleceğini önceden haber vermesi, onun rütbesinin yüksek olduğunu gösterdiği gibi seçilmiş bir insan olduğunu da ortaya koyar.[115] Yine Allah, Hz. Yûsuf’un suretini kendi zamanında yaşayanlara göre güzel kılmak gibi bir takım lütuf keremler ile onu seçkin kılmıştır.[116]

Sonuç olarak Mâtürîdî ve Sâbûnî peygamberlerin seçilmiş olduklarında ve bir takım güzel hasletlere haiz oldukları hususunda aynı kanaattedirler. Her iki mütekellimin, peygamberlerin seçilmişliğine delil olarak aynı naklî delilleri kullanmışlardır. Sâbûnî, peygamberlerin seçilmişliği meselesinde Mâtürîdî tarafından getirilen naklî delilleri daha da somut hâle getirmiştir.

İsmet

Peygamberlerin sıfatları içerisinde üzerinde en fazla durulan ve tartışılan konu ismet sıfatıdır. Peygamberlerin korunmuşluğu meselesi; bütün mezheplerce benimsenen bir inanç olmakla beraber ismetin tanımı, kapsamı ve zamanı ile ilgili birtakım tartışmalar mevcuttur.[117] Konuya ismet kavramının etimolojik tahlili üzerinde durarak başlamak istiyoruz.

İsmet kelimesi Arapça (عصم) fiilinin mastarı olup “menetmek, engellemek, korumak, tutunmak, dayanmak, sığınmak ve güvenmek” anlamlarına gelir.[118] Peygamberlerin ismeti konusunda İsfahâni oldukça kapsayıcı ve derinlikli bir tanım yapar. Ona göre ismet, “Yüce Allah’ın, önce kendilerine özgü kıldığı cevher saflığıyla; sonra onlara verdiği bedeni üstünlüklerle, onlara yardım edip ayaklarını sağlamlaştırmakla; daha sonra onlara sekine indirmekle/iç huzuru vermekle, kalplerini korumakla ve başarı vermekle onları korumasıdır.”[119] Birbirinden farklı çok sayıda ismet tanımı yapılmakla birlikte şöyle bir tanımın uygun olacağını değerlendirmekteyiz: “Peygamberlerin güçleri yetmekle birlikte günahlardan uzak durabilme yetisidir.”[120]

Kur’an-ı Kerim’de on üç âyette geçen ismet kavramı “korumak, kurtarmak; Allah’a sarılmak, tutunmak, iffetli olmak” manalarında kullanılmıştır. Bununla birlikte bu âyetlerde peygamberlerin ismetine temas edilmediği görülmektedir. Maide sûresi 67. âyette geçen “Allah seni insanlardan korur.” ifadesinde “ya’sımuke” kelimesi, ismet kelimesi ile aynı kökten (عصم) türemiştir. Âlimler, Kur’an’da diğer insanlar gibi beşer oldukları,[121] başkalarına tebliğ ettikleri hususlardan kendilerinin de sorumlu tutulacağı,[122] peygamberlerin kendilerine vahyedilenleri asla unutmayacakları[123] ve Allah adına birtakım sözler uydurmuş olsalardı mutlaka cezalandırılacaklarına[124] dair âyetler ile peygamberlerin masumiyetine istidlâl etmişlerdir.[125]

Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere itaati emreden âyetlerin yanında Peygamberlerin günah işledikleri ve bu nedenle istiğfar ettiklerini ifade eden âyetler de vardır. Bu durum ismet sıfatından ne anlaşılması konusunda oldukça karmaşık bir durum ortaya çıkarmaktadır. Kur’an’dan peygamberlerin ismetine dair veriler elde etmek mümkün olmakla birlikte söz konusu masumiyetin sınırların ne olduğunun belirlenmesi zordur.[126] Zira Hz. İbrâhîm, Hz. Yûsuf, Hz. Yunus ve Hz. Süleyman’a yönelik birtakım hatalardan bahsedilmektedir. Hadislerde ise Hz. Dâvûd’a ait günah olabilecek tutum ve davranışlar söz konusudur. Ancak biz bu bölümde söz konusu âyetlerde bahsedilen her durum ve tutumun detayını girmeyeceğiz. Değerlendirmemizi, Mâtürîdî ve Sâbûnî’nin yorumları ile birlikte detaylı olarak üçüncü bölümde ele alacağız.

Mütekellimler ismet kavramı ile ilgili birtakım farklı kanaatlere sahiptirler. Bu farklılıklara sebep olan hususlar şunlardır:

  • İsmet kavramı ile ne anlaşılmalıdır?
  • İsmet peygamberlik ile mi başlar, yoksa bi’set öncesinde de mevcut mudur?
  • İsmet sıfatının sınırları nedir?
  • İsmet sıfatı ile büyük günahlardan korunma mı kastedilir? Yoksa küçük günahları da kapsar mı?
  • İsmet sıfatına haiz peygamberlerin iradeleri bâki kalır mı?

Peygamberlerin ismet sıfatlarının varlığı ile İslam inanç esaslarındaki yeri ile ismetin yokluğunun kabulü durumunda meydana gelmesi muhtemel tehlikelere de kısaca değinmekte fayda mülahaza ediyoruz. Peygamberlerin günah işlemesi caiz kabul edilirse onlara uymakla sorumlu tutulan insanların peygamberlerin günahlarını işlediklerinde durumları ne olacaktır? Bu soru, meselenin izahında önemli bir yer tutmaktadır. Peygamberlerin günah işledikleri kabul edildiğinde kendilerine indirilen vahyi tebliğ sürecinde sadakatleri şüpheli hâle gelir. Ayrıca peygamberlerin meleklerden üstün olduğu kelâm ekollerinde genel bir kabul olduğuna göre[127] günah işleyen peygamberlerin günahsız meleklerden üstün kabul edilmesi tenakuz oluşturur. Dolayısıyla peygamberlerin açık ve aleni günah işlemelerini kabul etmek her şeyden önce aklen muhaldir. Öte yandan Cenâb-ı Hakk’ın “Biz her peygamberi, Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik…[128] âyetinde de açıkça ifade edildiği üzere, peygamberlere itaat edilmesi açık bir iman ilkesidir. Kendilerine itaatin emredildiği kimselerin de masum olması elzemdir. Bu zorunlu tespiti yaptıktan sonra ismet kavramının detaylarına girebiliriz.

Peygamberlerin; çocukluklarından itibaren Allah’a inandıkları, ona şirk koşmadıkları ve küfre düşmedikleri konusunda İslam âlimleri arasında ittifak vardır.[129] Hiçbir belge veya kayıt peygamberlerin, bi’set öncesi veya sonrasında şirk ve küfür olarak değerlendirilebilecek bir durumundan söz etmemiştir. Esasen akıl da bunu gerektirir. Zira şirk veya küfre düşen kimsenin tebliğine muhatap olan kimseler onun peşinden gitmezdi.[130] Daha açık ifadeyle; peygamberlerin şirk, küfür ve günaha düşmesi kabul edilecek olursa kulların onlara itaat etmesi ve tâbi olmaları gerekmezdi. Zira küfürde ve günahta ittibâ olamaz. Hz. Peygamber’in, nübüvvet öncesi putlar için kesilen hayvanların etlerini yememesi[131] onun inanç noktasındaki durumunu ortaya koyması bakımından önemlidir.

Peygamberlerin günah işlememesi (ismet) konusunda Mu’tezile mensupları arasında tam bir görüş birliğinden söz edilemez. Örneğin Kâdî Abdülcebbâr’a göre peygamberler hem risâlet görevinin öncesinde hem de bu sorumluluğunu yüklendikten sonra günah islemekten korunmuşlardır.[132] Oysa kendi hocalarından olan Ebû Alî el-Cübbâî’ye göre peygamberlerin bi’setten önce büyük günah işlemeleri mümkündür. Bununla birlikte her ikisi de peygamberlik sonrası hayatlarında günah işlemelerinin caiz olmadığı kanaatindedirler.[133] Kâdî Abdülcebbâr’a göre Allah’ın insanlara elçilik yapması için görevlendirdiği peygamberin tebliğ vazifesinin ifasını layıkıyla yerine getirmesi için kendisinin kabulünü zorlaştıracak fillerden uzak durması gerekir. Şayet bu durumlardan uzak olmaz ise insanların onları kabul edip benimsemeleri gerçekleşmezdi.[134]

İmam-ı Âzam Ebû Hanîfe’ye göre peygamberden büyük ya da küçük günah sâdır olmaz. O, şöyle demektedir: “Peygamberlerin hepsi de (salât ve selâm olsun) küçük, büyük günah, küfür ve çirkin hâllerden münezzehtirler. Fakat onların sürçme ve hataları vâki olmuştur. Hz. Muhammed; Allah’ın sevgili kulu, resulü, nebisi ve seçilmiş tertemiz kuludur. O, hiçbir zaman putlara tapmamış; göz açıp kapayacak bir an bile Allah’a ortak koşmamıştır. O, küçük büyük hiçbir günah işlememiştir.”[135]

Mâtürîdî her ne kadar Kitâbü’t-Tevhîd’de ismet sıfatına değinmese de[136] Te’vilât’ın da ismet konusunu detaylı bir şekilde ele almakta ve tavizsiz bir tutum sergilemektedir.[137] Ona göre ismet, “Allah’ın peygamberlerini daima hayır işlemeye sevk eden ve onları kötü fiiller yapmaktan alıkoyan bir lütfudur.”[138] Ona göre peygamberlerin Kur’an’da yer alan ve hata olarak değerlendirilebilecek davranışları günah değil, zelledir.[139] Zelle, peygamberlerin hiçbir kötülüğe bulaşmadan sadece daha efdal olanı terk etmesi demektir.[140] Peygamber olarak seçilen kimseler içinde yaşadıkları toplumun sâlih kimseleridir.[141] Dolayısıyla günah işleyen kişiler, zaten peygamber olarak seçilmezler.

Sâbûnî’ye göre ismet, peygamberleri günah işlemekten koruyan bir koruyucu güç gibidir. Allah, ismet ile birlikte peygamberlere ağırlıklara tahammül gücü verir. Aynı zamanda peygamberlere tabi olanlara da kâfirlerle cihat etme gücü verir.[142] Ona göre peygamberler gerek sözlerinde gerek fiilîlerinde kendisini lekeleyecek ve kadrü kıymetini düşürecek hatalardan korunmuşlardır.[143] Dolayısıyla onlar ismet sıfatına haiz kimselerdir. Peygamberlerin ismet sıfatına haiz olmaları ile külfet ortadan kalkmaz. Peygamberlerin masum olması onları itaate zorlamadığı gibi günah işlemekten de âciz bırakmaz. İsmet, Allah’ın bir lütfu olup peygamberlerin iradesi devam etmek şartıyla onları hayır işlemeye sevk eder; kötülüklerden alıkoyar. Peygamberlerim ismet sıfatı risaletten önce de sonra da sabittir.[144] Sâbûnî’ye göre günahlardan masum olan peygamberler bir yanlış yaparsa uyarılır. Şeriat sahibi peygamberlerin vakitleri çoktur ve günlük muameleleri boldur. Onlar bazen tevhide davet, bazen şeriat uygulamak, bazen kadılık yapmak ve bazen de siyaset yapmak durumunda kalmışlardır. Öyleyse mutlaka bir halel (yanlış) olabilir ve neticede uyarılmışlardır. Allah’ın lütfu uyarı zamanında yoksa nimet ve keramet zamanında mı daha çok olduğu bilinmez.[145] Ona göre peygamberler ne kadar yüksek makamda olsalar ve rütbeleri ne kadar yüce olsa da beşerî tabiattan ve kulluk sınırından çıkamazlar. Bu yüzden onlar devamlı şekilde ismet sıfatına muhtaçtırlar. Bu yüzden Allah onları uyarabilir. Ama peygamberlerin dışında, niçin uyarıldıkları konusunu araştırmak caiz değildir. Müminler sadece güzel sözleri söyleyebilir.[146]

Eş’arîler, peygamberlerin sıfatlarından birisi olan ismeti, Allah’ın elçisine itaat gücü verip kötülüğe düşme iradesini alması olarak değerlendirirler.[147] Bu izaha binaen peygamber­lerin iradesinin kısmen ortadan kalktığı anlaşılabilmektedir. Eş’arî’ye göre peygamberlerin nübüvvetten önce günah ve zelle işlemeleri caizdir fakat elçi olarak gönderildikten sonra bunun caiz olduğuna dair bir nass mevcut değildir.[148] Abdülkâhir el-Bağdâdî (öl. 429-1037) “Ashabımız, peygamberlerin nübüvvetten sonra bütün günahlardan masum olmaları gerektiği hususunda icmâ etmişlerdir.” demektedir.[149] Dolayısıyla peygamberlik sonrasına dair günah işlememe kabulü noktasında tüm peygamberler için bir ittifak söz konusudur. Nitekim Kur’an’da peygamberlerin hayatlarında var olan ve günah olarak değerlendirilebilecek hataların peygamberlik öncesinde gerçekleştiği görülmektedir. Hz. Âdem’in yasak meyveden yemesi[150] ve Hz. Mûsâ’nın bir kavgayı ayırırken taraflardan birinin ölümüne sebep olması[151] nübüvvet öncesi döneme aittir. Ancak peygamberlik sonrası gerçekleşen hata sayılabilecek birtakım fiiller vardır ki kelâm âlimleri bunları zelle[152] kavramı ile ifade etmektedirler. Bu bağlamda peygamberler büyük günah işlemekten korunmakla birlikte “zelle” diye tabir olunan küçük hataları işleyebilirler.[153]

Râzî, peygamberlerin ismet sıfatına haiz olmalarının zorunluluğuna dair dört sebep sayar. Birincisi peygamberlerin bedeninde veya nefsinde fücurdan meneden bir melekenin olmasıdır. İkincisi peygamberlerin, iyiliklerin övüldüğünü kötülüklerin yerildiğini bilmeleridir. Üçüncüsü, peygamberlerin Allah’tan gelen vahiyle bilgilerinin sürekli desteklenmesidir. Dördüncüsü ise hata olarak değerlendirilebilecek konularda peygamberlerin uyarılmasıdır. Bu dört sebep bir arada olduğu için peygamberler günahtan masum olurlar yani ismet sıfatına haiz olurlar.[154]

Peygamberlerin günah işlemekten korunmaları kendi iradeleri ile mi yoksa Allah’ın koruması ile mi gerçekleştiği konusu ismet anlayışının temel tartışma alanlarındandır. Bu konuda genel kanaatin, peygamberlerin iradeleri devre dışı bırakılmaksızın, Allah’ın lütfu ile peygamberini günah işlemekten sakındıracak bir irade vermesi şeklinde anlaşıldığını görüyoruz.[155] Mâtürîdîler ve Eş’arîler peygamberlerin ismeti noktasında iradelerinin devre dışı bırakılıp bırakılmaması açısından farklı kanaate sahiptir. Mâtürîdîler; ismeti peygamberlerin iradeleri devre dışı bırakılmadan, onu kötü fiillerden vazgeçirip, iyi fiillerde sevk edici bir sıfat olarak görürken[156] Eş’arîler; Allah’ın elçisine itaat gücü verip, kötülüğe düşme iradesini alması olarak değerlendirirler.[157] Mu’tezile ise peygamberlerin iradesinin devamını kabul ile peygamberlerin büyük günah işlemekten Allah’ın lütfu ile engellenmeleri şeklinde anlamaktadır.[158]

İsmet konusu ile doğrudan bağlantılı olan bir hususta, “peygamberlerin birtakım fiilleri sebebiyle Cenâb-ı Hak tarafından uyarılması” demek olan “itâb”[159] kavramıdır. İtâb kav­ramını “nazik uyarı” olarak nitelendirmekte ve peygamberimiz için söz konusu olduğunda itâbın ‘daha faziletli olanı terk etmek’ anlamına geldiği ifade edilmektedir.[160] Kur’an’da ve hadislerde peygamberlere isnat edilen günahlar ve istiğfarlarıyla ilgili olarak bazı peygamberlere isnat edilen günahların varlığı ve bu günahların peygamberlerin ismetine gölge düşürüp düşürmediği şöyle izah edilir: “Bazı peygamberlerden, aslında çirkin sayılmayan, fakat mevkilerinin hassasiyeti sebebiyle ilahi uyarıya maruz kalmalarına neden olan hatalar meydana gelmiştir. Elbette bu hatalar inanç ve ahlak konularıyla ilgili değildir. Peygamberlerin yaptığı şey, Allah’a kulluk konusunda kendilerini kusurlu saymalarıdır. Çünkü onlar Allah’ın kudret ve azametini en iyi bilen kimselerdir. Günah işledikleri için değil, Allah’a gereği şekilde kulluk yapamadıkları için istiğfar etmişlerdir.”[161]

Peygamberlerin büyük günah işlemekten korunmaları konusunda tüm ekoller ittifak hâlindedir. Eş’arîler ve Mâtürîdîlere göre küçük günahlardan yüz kızartıcı sayılabilen, nefrete mûcib günah işlemeleri bi’set öncesi ve sonrası için mümkün değildir. Diğer küçük günahları ise kasten işlemeleri yine mümkün değilken hataen işlemeleri caizdir. Ancak bu tür hatalar günah olarak değil, en doğruya isabet edememe olarak değerlendirilir ki buna yukarıda ifade ettiğimiz gibi zelle denir. Bir Müslümanın oruçlu iken unutarak bir yasağı ihlal etmesi günah değil Allah’ın ikramı sayılır. Aynı şekilde bir Müslümanın eşinin hoşlanmadığı helal bir yiyecekten uzak durması normalde övülecek bir durumdur. Ancak bir peygamberin aynı hususta uyarılması zelle sayılır.[162]

Peygamberlerin günah işleyip işlememeleri konusunu şu şekilde özetlemek mümkündür: Peygamberler yaşadıkları toplumun ve dönemin en sâlih kimseleri arasından seçilir. Peygamberlerin masumiyeti doğuştan kazanılmış bir meziyet değildir. İsmet peygamberlerin günah işleme ve hata yapma melekelerinin tamamen yok edildiği manasına gelmez. Peygamberlerin masum olmalarının anlamı; kendileri insanların bütün zaaf ve kuvvetlerini taşımalarına ve her türlü insani duygu, istek, arzu ve düşünceye sahip olmalarına rağmen bile bile günah işlemeye yeltenmeyecek kadar nefislerine hâkim olup Allah’tan korkmalarıdır.[163]

Sonuç itibarıyla bütün kelâmî mezhepler, peygamberlerin masumiyetini kabul etmişler ancak mahiyeti konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Mâtürîdîler ve Mu’tezile ismet sıfatını kabul ederken aynı zamanda peygamberlerin iradelerini de kabul etmektedir. Eş’arîler ismet sıfatının günah işlemeye engel oluşturacak bir meleke olarak değerlendirmektedirler.[164]

Akıllı ve Zeki Olmak

Allah’ın insanlar arasından seçip tebliğ vazifesi verdiği peygamberlerin sıradan insanlar olmadığını yukarıda ifade etmiştik. Peygamberlerin tebliğ vazifesi ve aldıkları vahyin açıklaması akıl ve zekâ gerektiren bir husustur. Bu itibarla fetânet sıfatı özellikle son dönem kelâm eserlerinde ayrı bir başlıkta ele alınır.

Fetânet sıfatı peygamberlerin akıl ve zekâ bakımından herhangi bir noksanlık taşımadıklarını; üstün bir zekâ, anlayış ve muhakeme kuvvetine sahip olduklarını ifade eden bir kavramdır. Peygamberlerin hepsi zeki, akıllı ve uyanık kimselerdir. Zira muarızları ve düşmanları zorlamak için düşünce, feraset ve zekâ sahibi olmak gerekir. Peygamberler akıllı ve zeki olmasalardı, hitap ettikleri kişileri ikna edemezler ve başarıya ulaştıramazlardı.[165]

Peygamberlerin tebliğ görevinin yanında; vahyi anlama, yorumlama ve insani sorumluluklarını yerine getirmesinde fetânet sıfatı en temel özellikleridir ve vazgeçilmez bir niteliktir. Çünkü peygamberler vahiy alırlar ve vahyin tebliği akıl ile mümkündür.[166] Zira vahiy insanlara ait bütün meseleler hakkında detaylı bilgiler vermez. Peygamberler bu konularda devreye girmekte, yorum ve çıkarımlar yapmaktadır. Bunu yapabilmekte her şeyden önce akıllı ve zeki olmayı gerektirir.[167]

Peygamberlerin, kavimlerini uyarmak ve Allah’ın varlığını hatırlatmak için yapmış oldukları birtakım olaylar Kur’an-ı Kerim’de zikredilmiştir. Bunun en bariz örneği Hz. İbrâhîm’in, kavminin taptığı putların çaresizliğini ortaya koymasıdır. Enbiyâ Sûresinde anlatıldığına göre o, kavmini uyarmak için onların bayram (veya bir festival) eğlencesine gittiği zaman bütün putları kırmış yalnızca büyük olan bir putu kırmamıştır. Putları kırdığı baltayı da o büyük putun boynuna asmıştır. Eğlenceden dönen kavmi putlarının kırıldığını görünce suçlu olarak gördükleri Hz. İbrâhîm’den bunun nasıl olduğunu öğrenmek istemişler o da “Bunu şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun, bakalım!” demiştir. Kavminin putlarının konuşamayacağını itiraf etmelerinin ardından ise “Öyle ise siz, (hâlâ) Allah’ı bırakıp da size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapacaksınız?” diye sormuştur.[168] Bu olay, Hz. İbrâhîm’in fetânet sıfatına sahip olduğunu göstermektedir.

Peygamberlerin sıfatlarından biri olarak değerlendirilen fetânet konusunda Mâtürîdî çok fazla durmaz. Daha doğrusu bu sıfatın açıklanması için özel bir çaba içerisine girmez. Sadece yeri geldiğinde küçük açıklamalar ile yetinir. O, A’râf sûresi 184. âyetin[169] tevilinde, müşriklerin Hz. Peygamber’e “delilik” isnat etmelerini[170] değerlendirirken fetânet bahsine de girmekte ve şunları söylemektedir:

Kâfirler, Resulullah’ın kendilerine muhalefet ettiğini ve hoşlanmadıkları tenkitleri kendilerine yönelttiğini, bununla birlikte onun yardımcı ve destekçilerinin olmadığını gördüklerinde, onun ancak kendisinde delilik bulunduğu için muhalefet ettiğini zannettiler. Bir başka sebepte, müşriklerin ilah olarak gördükleri varlıklara Hz. Peygamber’in tapınmayı yasaklamasıdır. Mâtürîdî’ye göre müşriklerin Hz. Peygamberle ilgili kanaatleri düşüncesizliğin ürünüdür. Nitekim Cenâb-ı Hak “Düşünmediler mi ki yıllarca beraber oldukları o peygamberde delilikten eser yoktur.” buyurarak onların düşüncesizliğini ortaya koymuştur. Çünkü düşünmeyi terk ettikleri için bunlara şiddetli tehdit ve büyük bir ceza öngörülmüştür. Hâlbuki onların, bunu bilmelerini sağlayacak yöntemleri mevcuttu. Birlikte yaşadıkları peygamberde bir deliliğin bulunmadığını düşünmediler mi? Bu Allah’tan onlara yönelik bir cevaptır.[171]

Mâtürîdî’nin bu açıklamaları ile peygamberlerin akıllı ve zeki insanlar olduğu dolayısıyla fetânet sıfatına sahip kimseler olduğu şeklinde bir kanaate sahip olduğunu söylemek mümkündür.

Sâbûnî peygamberlerin özelliklerini sayarken akıllı ve zeki olmaları gerektiğini ifade eder. Ona göre peygamberler kendi döneminde yaşayan insanların en akıllıları olması ve en güzel ahlaka sahip bulunmaları, bunun yanında elçilik görevini yerine getirmesine engel teşkil edecek sıfatlar taşımamaları gerekir. Peygamberler nübüvvet öncesinde risâlet vazifelerine engel teşkil edebilecek bir durumları varsa Allah bu durumu nübüvvet sonrasında izale eder. Nitekim Hz. Mûsâ’nın dilindeki tutukluğu, onun dua ve niyazı ile gidermiştir.[172]

Vahye batılı karıştırmak isteyen şeytanın, buna muvaffak olamayacağını belirten Sâbûnî, buna gerekçe olarak Hz. Peygamber’in zeki olmasını gösterir. Çünkü Hz. Muhammed akıllı ve zekidir; hak ile batılı, Cebrail ile şeytanı birbirinden ayırt edebilir.[173] Onun,Vehb b. Münebbih’ten (öl. 114/732) naklettiği şu sözler fetânete bakışının özetler mahiyettedir:

Ben eski kitaplarda okudum. Allah aklı yarattı ve insanlar arasında dağıttı. Doğu’dan Batı’ya kadar tüm insanlara kadar bir kum tanesi elde ettiler. Diğerlerinin hepsi peygamberimizin olmuştur. Peygamberimizin bilgisi ile diğer insanların bilgisinin durumu, kırba ile su taşımaya benzer ki kırbadaki su Hz. Muhammed’in bilgisi, kırbayı tutan ipteki birkaç damla su diğer insanların bilgisidir. İpin üzerindeki su ile kırbanın içindeki su kıyas edilir mi? Peygamberimizin faziletleri, Allah’ın ona lütfu ve Allah katındaki makamını insanlar için mutat olan sınırın dışındadır. Yani insanlar bilmezler.[174]

Sonuç olarak Mâtürîdî ve Sâbûnî’ye göre peygamberlerin fetânet sıfatına sahip olmaları yüklendikleri vazifenin bir gereğidir. Bu sıfatın izah edilmesi noktasında Mâtürîdî’nin özel bir çabası ya da kapsamlı açıklamaları yoktur. Ancak fetânet sıfatının varlığını kabul ettiğine dair tevilleri vardır. Sâbûnî ise peygamberlerin akıllı ve zeki olmalarını açıkça kabul etmekte ve bir gereklilik olarak zikretmektedir. Onun fetânet sıfatına dair “peygamberler yaşadıkları toplumun en akıllı ve zeki kimseleridir.” şeklindeki açıklaması konuya yeni bir açılım getirmenin yanında sınırlandırma yapması bakımından önemlidir.

Doğru Sözlü ve Güvenilir Olmak

Kur’an-ı Kerim’de peygamberler sıddîk ve emîn vasıfları ile nitelendirilmiştir.[175] Sıdk (doğruluk), peygamberlerin düşüncelerinde, sözlerinde ve davranışlarında vazgeçilmez bir unsurdur. Sıdk, peygamberlerin her konuda doğru olması ve haber verdikleri şeylerin gerçeğe uygun olmasıdır. Hiçbir peygamber gerek din işlerinde gerekse dünya işlerinde yalan söylemezler. Yalan söylemek sıradan bir insana bile yakışmazken Allah’ın elçilerinin yalandan uzak olacakları şüphe götürmez bir durumdur.[176]

Kur’an-ı Kerim’in peygamberler için saydığı pek çok olumlu nitelemeler arasında, onların doğru ve güvenilir kişiler olmaları yer alır. Nitekim Hz. İbrâhîm[177] ve Hz. İsmail’in bir resul ve nebî olarak her zaman sözünde duran kimseler oldukları vurgulanmıştır.[178] Şuarâ Sûresinde ise beş farklı âyette peygamberlerin güvenilir olduğu ifade edilmektedir. Bu âyetlerde Hz. Nuh, Hz. Hûd, Hz. Salih, Hz. Lût, Hz. Şuayb’in güvenilir olması aynı ifadelerle vurgulanmaktadır.[179]

Emânet (الأمانة) kavramı “emin ve doğru olmak” anlamındaki (اَ مُ ن) kelimesinden türemiştir.[180] “Her alanda insanlara güven vericilik” anlamına gelir. Sıdk ve emanet kavramları her ikisi de dar anlamda “güvenilir olmak” olarak ifade edilebilir. Ancak aralarındaki farkı şöyle izah etmek mümkündür: Sıdk peygamberlerin sözlerinde güvenilir ve doğru olmaları, aleyhlerine bile olsa gerçeği söylemekten çekinmemeleridir. Emanet ise peygamberlerin davranışlarında güvenilir olması ve aldatıcı fiillerden uzak olmalarıdır. Peygamberlerin Allah’ın emir ve yasaklarını değiştirmeden, arttırıp eksiltmeden insanlara ulaştırması emanet kapsamına girer.[181]

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’in güvenilirliği konusunda çok önemli bilgiler vardır. Örneğin, Hz. Peygamber’e karşı en fazla düşmanlık besleyen kişilerden birisi olan Ebû Cehil, Allah Resulünün doğru ve güvenilir bir kişi olduğunu kabul ediyordu.[182] Yine Bedir Savaşı’nda müşriklerin sancaktarlığını yapan, Nadr b. Hâris, Kureyşlilere yaptığı konuşmada Peygamber Efendimize atılan şair[183], büyücü[184], kâhin ve deli (mecnun)[185] gibi iftiraların mesnetsiz olduğunu itiraf etmiştir.[186] Bu asılsız iddialara bizzat Kur’an’da cevap[187] verilmektedir ki Mâtürîdî de mezkûr iddianın geçersiz olduğunu beyan ederek onun doğru sözlülüğünü ve emanete riayetini açıkça teslim etmektedir.[188]

Hz. Peygamber’in en büyük mucizesi Kur’an-ı Kerim için şiir ve onu getiren Allah Resulüne de şair diyenlere cevabı yine Kur’an vermektedir: “‘Biz ona şiir öğretmedik; zaten ona yaraşmazdı da. Ona vahyedilen, ancak bir öğüt ve apaçık Kur’an’dır.”[189] Mâtürîdî’ye göre bu âyet, Allah’ın elçisine şiir öğretmediğini, zaten şiirin ona gerekmediğini haber vermektedir. Yüce Allah, Resulullah’ın daha önce okuma-yazma bilmemesini onun peygamberliğine dair delillerinden biri saydığı gibi şiir söylemekten uzak olmasını da onun nübüvvetinin delillerinden biri olarak göstermiştir. Bunu da onun şiir söylediği, Kur’an’ı kendi kafasından uydurduğu, Allah’a yalan isnatta bulunduğuna ve büyücülük yaptığına dair iddiaları ileri sürenlerin sözlerinin doğru olmadığını, Kur’an’ın yalnızca Allah’tan gelen vahiy olduğunu bilmeleri için gönderdiğini haber vermektedir.[190]

Mekkeliler çok iyi biliyorlardı ki Hz. Muhammed hayatında asla yalan söylememiş ve herhangi asılsız bir iddianın içinde yer almamıştır. Zira onlar hiçbir zaman Hz. Peygamber’i yalancılıkla itham etmemişlerdir.[191] Hz. Peygamber’i emîn ve âdil olarak tanımış ve hiçbir yalanını görmemişlerdir.[192] Müşrikler Resul-i Ekrem’in yalancı olmadığını bildikleri gibi sihirbaz ve kâhin olmadığını da biliyorlardı.[193] Bu durum, tıpkı diğer peygamberler gibi Hz. Peygamber’in sıdk ve emanet sahibi bir elçi olduğunu ortaya koymaktadır.[194]

Mâtürîdî peygamberlerin sıfatları konusunu müstakil bir bölüm olarak ele alıp herhangi bir maddelendirmede bulunmaz. Dolayısıyla doğru sözlü (sıdk) ve güvenilir olmak (emanet) hususunda da müstakil bir bölüme yer vermez. Ancak onun peygamberlerin niteliklerine dair değerlendirmelerinden peygamberlerin doğru sözlü ve güvenilir kimseler oldukları neticesini çıkarmak mümkündür. Aynı şekilde Sâbûnî’nin eserlerinde peygamberlerin sıfatları isimli müstakil bir başlık olmamakla birlikte yeri geldiğinde ismet başta olmak üzere sıfatlar bahsine girdiğini görüyoruz.

Mâtürîdî peygamberlerin doğru sözlü kimseler olduklarını ve sözlerinde en küçük bir eksiklik ya da yalan olmaksızın tamamıyla doğru olduklarını ifade eder. Daha açık ifadeyle peygamberlerin haber verdiklerinin aksine bir durumun meydana gelmesi veya söylediklerinden daha azının gerçekleşmesi söz konusu değildir.[195]

Mâtürîdî Âl-i İmrân sûresi 39. âyetin[196] tefsirinde peygamberlerin nitelikleri bahsine değinir. âyette geçen “Salih kullardan bir peygamber olarak” ifadesi, ona göre çeşitli anlamlara gelebilir: “Salih olmanın bütün alametlerinin onlarda toplandığı, ahirette salihlere katılacakları konusunda onlara verilen bir müjde, peygamberlik söz konusu olmasa da onların salihlerden oldukları anlamına gelebilir. Bu son madde de dinde ancak salih olma niteliği bulunan kişilerin peygamber olarak seçilebilecekleri bilinsin diyedir. Keza bu ifade onların salih olduklarının insanlar tarafından bilindiği ve bu bilgiye rağmen onları reddettikleri anlamına veyahut -her ne kadar her peygamber sıddik ise de- sıddik niteliği gibi bu niteliğe de sahip oldukları anlamına gelebilir.”[197] Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. İbrâhîm için “Bu kitapta İbrâhîm’i de okuyup an! Kuşkusuz o, özü sözü doğru (sıddîk) bir insan, bir peygamberdi.”[198] buyrulur. Mâtürîdî’ye göre “Sıddîk” sıfatı yalnızca bu ismi hak edecek işler yapan kimselere verilir. Kelimenin “sıddîk” şeklinde şeddeli hâli de bu fiili çok yapan ve bunu âdet hâline getiren kimselere verilir. Hz. İbrâhîm vefakâr olduğu için böyle isimlendirilmiştir.[199] Hz. İbrâhîm’in bir peygamber olarak doğru sözlü (sıddîk) ve vefakâr biri olarak tanımlanması, tüm peygamber için aynı sıfatlara haiz olduğunu da ortaya koymaktadır.

Buradan hareketle Mâtürîdî’nin peygamberlerin sıfatları içinde salih olma vasfı ile doğru sözlü ve güvenilir olma sıfatlarını kastettiğini çıkarmak mümkündür. Zira ona göre Allah, Hz. Îsâ’nın salihlerden olduğunu belirtmiş olsa da bütün peygamberler salih kimselerden seçilmiştir. Tıpkı tüm peygamberler “sıddîk” olmasına rağmen Cenab-ı Hakk’ın bazı peygamberleri “sıddîk” diye nitelendirmesi gibi. Dolayısıyla bütün peygamberler her açıdan buna layık kişilerdir.[200]

Sâbûnî peygamberlerin sıdk ve emanet sıfatlarına sahip olduklarını kabul eder ancak müstakil bir başlık altında değerlendirme yapmaz. Ona göre peygamberler doğru sözlü kimselerdir ve onların doğruluklarına halel getirecek yorumlar isabetli değildir. Zira peygamberler insanlar için kesin delil (hüccet) olması için Allah tarafından gönderilmiştir. Dolayısıyla getirdikleri haberlerin delil olabilmesi için sözlerinin kesin olarak doğru olması ve güvenilir kimseler olmaları gerekir.[201] O, peygamberler vahiy ile hareket ettikleri için yaptıkları her işte doğru olduklarını ifade etmektedir. Hz. Yûsuf’un gömleğini babasına göndermesini[202] yorumlarken “peygamberlerin yaptığı her iş doğrudur, zira vahiy beklerler.”[203] demektedir. Yine peygamberimizin şerefi (üstünlüğü) üzerinde değerlendirme yaparken “Onun şerefi; nefsi, fiilleri, yaratılışı, nesebi, sıfatı, sırrı, sıdkı ve sebatı ile sabittir.”[204] demektedir. Onun bu sözlerinden peygamberlerin doğru sözlü ve güvenilir kimseler olduğunu açıkça kabul ettiğini çıkarmamız mümkündür.

Görüldüğü üzere Mâtürîdî ve Sâbûnî peygamberlerin doğru sözlü ve güvenilir kimseler olduklarını (sıdk ve emânet) ve esasen öyle olmaları gerektiğini aklî deliller ile ortaya koymuşlardır. Ancak her ikisinin de bu konuya özel müstakil bir başlık oluşturmadıkları tespit edilmiştir.

Vahiy Almak ve Tebliğ Etmek

Bütün peygamberler, Allah’ın insanlar arasında seçtiği ve yine insanlara O’nun emirlerini ulaştırmakla görevli elçilerdir. Bu anlamda onların en önemli vazifesi Allah’ın emir ve yasaklarını kullarına tebliğ etmektir.

Cenâb-ı Hak, insanları yaratılışın anlamları üzerinde düşünmeleri, doğru yolu bulup sapkınlık yollarından uzaklaşmalarını temin etmek, evrenin yaratılışından haber vermek, yalnızca Allah’a kulluk edilmesini sağlamak ve insanların dünya hayatında yapıp ettiklerinden ahirette hesaba çekilip cennet ya da cehennem ile karşılaşacaklarını haber vermek için peygamberlerine vahiy göndermiştir.[205]Vahiy kavramı üzerinde daha önce durduğumuz için burada tekrar etmeyeceğiz. Ancak vahyin insanlara dönük kısmını ifade edene tebliğ kavramını açıklamakta yarar görüyoruz.

Tebliğ kelimesi sözlükte “Bir şeyi bildirme, açıklama, ulaştırma, yetiştirme, eriştirme, yeterlilik, götürme ve taşıma” gibi anlamlara gelir.[206] Kur’an’da çok sayıda âyette tebliğ vazifesinin önemi vurgulanmaktadır.[207] Teblîğ kelimesinin türediği (بَلَغَ) fiili ve benzerleri Kur’an’da yetmiş yedi kez geçmektedir. Bunlardan otuzu, peygamberlerin tebliği ile ilgilidir.[208] Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin Allah’tan aldıkları mesajları insanlara ulaştırma faaliyetlerini ifade etmek üzere tebliğ (التبلىغ) kelimesinin yanında[209] inzâr (الانْدارْ),[210] tebşir (التبشر),[211] da’vet (الدعوة)[212] ve tilâvet (التلاوة)[213] kavramları da kullanılmaktadır.[214]

Peygamberlerin Allah’tan aldıkları vahiyleri insanlara ulaştırmada kusur etmemeleri[215], gizlememeleri, korkaklık veya gevşeklik göstermemeleri[216] ve vahyin anlaşılması için gönderildikleri kavmin dili ile vahiy aldıkları[217] Kur’an’da vurgulanmaktadır. Vahiy alan elçilerin, aldıkları emaneti muhataplarına ulaştırmak asıl vazifeleridir. Zira peygamberler fizik ötesi âlem ile fiziki âlem arasında vasıta konumundadırlar.[218] Tebliğ vazifesi de esasen bir emanet yüklenmektir.[219] Bu emanete sahip çıkabilmek peygamberlerin güvenilir kimseler olmalarını gerektirir. Zira emanete ihanet etmek, hiçbir peygambere yakışmaz ve onların tebliğ vazifesini yerine getirmelerini engeller.

Peygamberlerin tebliğ görevini ifa ederken hata etmedikleri hususunda neredeyse icmâ vardır. Tebliğ faaliyeti, peygamberlerin şahsı ve onların yaşadığı dönemle sınırlı değildir. Aksine bütün ümmet üzerine kıyamete kadar yüklenmiş büyük bir sorumluluktur. Çünkü İslam’ın, gelecek nesillere sağlam bir şekilde aktarılması ve bu İslam dinini kabul edenlerin çoğaltılması, İslam inançlarına yönelik itirazların cevaplanması ve ortaya atılan şüphelerin giderilmesi tebliğle mümkün olur.[220]

Mâtürîdî peygamberlerin ortak görevleri meselesinde de özel bir başlık ya da detaya yer vermez. Ona göre bütün peygamberler aynı dini getirmiş, hepsi de Rahman’ın birliğine inanmaya ve O’na kulluk yapmaya çağırmışlardır. Peygamberlerin getirdiği dinlerdeki muamelâta ilişkin hükümlere gelince bunların farklı olması mümkündür. Bu durum, dinlerin de farklı olduğu anlamına gelmez. Çünkü uygulamaya dönük şer’î hükümler her peygamber döneminde farklı olabilir ama peygamberin getirdiği inanç ve ahlaka dair temel esaslar yani din değişmez.[221]

Mâtürîdî’ye göre Allah mahlukatı zararlı ve faydalı olmak üzere iki statüde yaratmış ve her nesneyi hem acıya hem de hazza uygun halk etmiştir. Bu durumun önemli amaçları ve hikmetleri vardır. İnsanları ahirette karşılaşmaları muhtemel elemlerle sakındırmak ve haz verenlerle müjdelemek peygamberlerin ortak görevleri arasındadır.[222] Dolayısıyla Mâtürîdî’ye göre tebliğ sıfatı peygamberlerin nitelikleri arasındadır.

Onun bu konudaki değerlendirmelerini şu âyetin tefsirinde görmekteyiz: “Biz resulleri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kâfir olanlar ise bâtıla dayanarak hakkı ortadan kaldırmak için mücadele verirler. Onlar, âyetlerimi ve kendilerine yapılan uyarıları alaya almışlardır.[223] Mâtürîdî’ye göre bu âyet ‘Biz resulleri ancak insanlara müjde ve uyarıda bulunmalarını gerektirecek vahiylerle göndeririz.’ demektir. Resuller, insanlara iyiliği emretmek kötülükten sakındırmak için gönderilmiştir. Peygamberlerin emirlerine tâbi olanlar ve yasakladıklarından vazgeçenler için müjde vardır. Yasakladıkları yapanlar için ise uyarı vardır.[224]

Yaratan ile yaratılanlar arasındaki aracılık vazifesi ifa eden peygamberlerin, tebliğ faaliyetlerini her hâlükârda yerine getirmeleri gerekir. Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin takiye yapması, Allah’tan aldıkları mesajları insanlara ulaştırmaktan ve gerekli hâllerde insanlarla mücadele etmekten sakınmaları caiz değildir. Zira Allah; “Öyleyse artık inkârcılara boyun eğme, bu Kur’an’la onlara karşı bütün gücünle mücadeleni sürdür.”[225] buyurmuştur.[226] Mâtürîdî, “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.”[227] âyetini yorumlarken peygamberlerin temel niteliklerinden biri olan tebliğ görevinin hiçbir şekilde terk edilemeyeceğini ve ertelenemeyeceğini söylemektedir. Ona göre Allah, Hz. Peygamber’in öldürülme endişesi, sevgi ve dostluğa ulaşma arzusu ve yalan söylemekle itham edilerek rencide olmaktan korksa bile kendisine indirdiklerini insanlara tebliğ etmesini emretmiştir. Yani hiçbir şey, Allah’ın sana indirdiklerini tebliğ etmekten alıkoymasın demektir.[228] Peygamberler nübüvveti tebliğ etmeyi terk etmekte Allah’tan korkarlar; Allah’tan başka kimseden korkmazlar. Yani tebliğ sebebiyle başlarına gelen eziyetlerden ve musibetlerden[229] hatta canlarının tehlikeye girmesinden bile çekinmezler.[230]

Mâtürîdî aynı âyette yer alan “Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.” ifadelerini değerlendirirken tebliğ vazifesinin ölüm korkusu yüzünden bile olsa terk edil­meyeceğini ifade etmekte ve bu durumun Allah tarafından mazur görülemeyeceğini belirtmektedir. Ona göre ölüm korkusu ile tebliğin terk edilmesi, can korkusu sebebiyle kalbi imanla dolu olduğu hâlde küfre zorlanan ve küfrü kabul ettiğini söyleyen kimselerin durumu ile aynı değildir. Yüce Allah bu âyet ile peygamberine, can korkusu taşısa bile ilahi mesajın tebliğini terk etmesini mubah görmemiştir. Zira tebliğ etmek kalp ile değil dil ile ilgili bir iştir ve tebliğin dilden başka bir yolu yoktur. Bundan dolayı ölüm korkusu olsa dahi tebliğin terki caiz görülmemiştir.[231]

Tebliğ vazifesini peygamberlerin asıl görevleri arasında sayan Mâtürîdî’ye göre bu vazife ifa edilirken dikkat edilmesi gereken birtakım hususlar vardır. Bu hususları Allah belirlemiştir.[232]Kullarıma söyle, (inanmayanlara karşı) sözün en güzelini söylesinler.[233] âyetinde yer alan “en güzel olan” ifadesi ile kastedilenlerden biri de ona göre “davet”tir. Yüce Allah, Hz. Peygamber’e, Rabb’inin yoluna hikmetle ve güzel öğütlerle insanları çağırmasını emretmiştir. Yine ona göre Allah “davet” (دعوَة) kelimesini gizleyerek şöyle buyuruyor: Onları en güzel davet şekliyle davet et. “el-Hasenet” (الحسنة) kelimesini gizleyerek de (izmâr) yapılması da caizdir. Yani ‘Onlara söyle, en güzel olan kelimelerle (الحسنة) konuşsunlar.’ demektir. Yahut sözler anlamındaki “akvâl” (الاقوال) kelimesini gizlemek suretiyle sanki şöyle buyurmuştur: ‘Onlar, sözlerin en güzeli olanını söylesinler.’[234]

Onun bu ifadeleri, tebliğ görevini ifa eden peygamberler için dil ve üslûbunu önemli bir ilke olarak değerlendirdiğini göstermektedir. Nitekim o, “dilin sadece hayırda ve hikmette, en güzel ve en doğru şekilde kullanılması gerekir.”[235] diyerek âyetin yorumunu tamamlamaktadır. Peygamberlerin tebliği vazifesi kapsamında dikkat etmeleri gereken hususlara devam eden Mâtürîdî şunları söyler: “Nebî ve resullerin adetlerinden biri de sözde mektuplarda veciz (az ve öz) söyleyip yazmaları, lüzumsuz lakırdılarla meşgul olmamaları, lafı uzatmamalarıdır.”[236]

Mâtürîdî’ye göre tebliğ vazifesi ile mükellef olan peygamberler, tebliğ ettikten sonra sorumlulukları yoktur. “Sen onlardan sorumlu değilsin![237] âyetinden anlaşılması gereken, peygamberlerin görevi, sadece gönderildiği ve emrolunduğu şeyi insanlara tebliğ etmekten ibarettir.[238] Daha net bir ifadeyle ona göre tebliğ faaliyeti salt bir duyurudan ibarettir. Hidayete eriştirmek Yaradan’ın uhdesindedir. “Sen sağıra duyurmak veya köre yahut apaçık sapkınlık içinde bulunan kimseye yol göstermek mi istiyorsun?[239] âyetiyle Yüce Allah’ın fiziken duyurmayı kastetmediği açıktır. Aksine Allah, burada hidayetin yalnızca kendi gücü dahilinde olduğunu kastetmiştir. Allah, Resulullah’ın bundan âciz olduğunu söylemekle[240] tebliğin sınırları da belirlenmiş olmaktadır.

Peygamberlerin de hesaba çekileceğini söyleyen Mâtürîdî’ye göre onların ilk hesap verecekleri hususta tebliğ vazifesidir. “Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de gönderilen peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz![241] âyeti buna işaret etmektedir. Ancak peygamberlere sorulması şahitlik anlamındadır. Nitekim Allah “Siz insanlara şahit olasınız diye[242] buyurmaktadır.[243]

Mâtürîdî’ye göre peygamberlerin kendi kavimlerinin dilleri ile gönderilmesi tebliğin amacına ulaşmasına katkı sağlar. Nitekim “İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın.”[244] buyrulur. Peygamberler aynı dili konuştukları kavimlerine elçi olarak gönderildiğinde halk tarafından daha kolay benimsenir.[245]

Sâbûnî peygamberlerin tebliğ sıfatına sahip oldukları konusunda Mâtürîdî ile benzer kanaatlere sahiptir. Ona göre Peygamberler, Allah’ın kendisiyle kulları arasındaki elçileri ve vahyinin tebliğcileridir. Bu sebeple onlara iman farz olmuştur. Onlara bağlanmak kurtuluş vesilesi sayılmış ve hâllerini tam ve doğru olarak bilmek ehl-i iman için bilgilerin en ehemmiyetlisi kabul edilmiştir.[246] Yine ona göre peygamberler, ümmetlerine, bilhassa aklî deliller ileriye sürerek tebliğde bulunmuşlar, onlarla mücadele etmişlerdir.[247]

Abese Sûresinde geçen “Onun arınmamasından sen sorumlu tutulmayacaksın ki![248] âyetini değerlendiren Sâbûnî, peygamberimizin tebliğ vazifesinin -bazılarının iddia ettiğinin aksine- devam ettiğini ifade etmektedir. Burada iman etmeyenler yüzünden üzülen Hz. Peygambere teselli vardır. Aynı zamanda tıpkı Mâtürîdî gibi tebliğ faaliyetinin salt bir duyurudan ibaret olduğunu ima etmektedir.[249]

Sonuç olarak Mâtürîdî ve Sâbûnî peygamberlerin vahiy alma ve tebliğ etme sıfatlarını kabul etmektedir. Mâtürîdî, insanları ahirette karşılaşmaları muhtemel elemlerle sakındırma ve haz verenlerle müjdelemeyi peygamberlerin ortak görevleri arasında sayarak tebliğ sıfatını kabul etmekte ve peygamberlerin ilk hesap verecekleri konunun tebliğ olduğunu belirtmektedir. Naklî delil olarak Kehf sûresi 56 ve Mâide sûresi 67. âyetleri görmektedir. Ona göre peygamberlerin takiye yapması, Allah’tan aldıkları mesajları insanlara ulaştırmaktan, yeri geldiğinde insanlarla mücadele etmekten sakınmaları ve ölüm korkusu yaşasalar dahi tebliğden vazgeçmeleri caiz değildir. Ona göre peygamberlerin dil ve üslupları tebliğde önemlidir. Tebliğ salt bir duyurudan ibaret olup hidâyetin kaynağı Allah’tır. Sâbûnî, sıfatına sahip oldukları konusunda Mâtürîdî ile benzer kanaatlere sahip olmakla beraber onun kadar detaylı açıklamalara yer vermez. Ona göre peygamberler Allah’ın, kendisiyle kulları arasındaki elçileri ve vahyinin tebliğcileridir; tebliğ, salt bir duyurudan ibarettir.


KAYNAK: Doğan, Hacı İsmail Doğan. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî’den Nûreddin es-Sâbûnî’ye Peygamberlik Anlayışı. Ankara: Oku Okut Yayınları, 2024. https://yayin.okuokut.org/catalog/book/62